Kırgızistan’da geçen yılın Nisan ayında devrim yaşandıktan kısa bir süre sonra (etnik temelli) iç karışıklıklar çıkmış ve Haziran ayında Oş-Celalabad şehirlerinde kimilerine göre yüzlerle, kimilerine göre binlerle ifade edilen ölümler gerçekleşmişti…
Oş ve Celalabad şehrine birkaç yıl önce ilk gidişimde miniminnacık bir pırpırla ulaşmıştık şehre ve bindiğimiz uçağı “uçan dolmuş” diye adlandırmıştık. Dolmuştan tek farkı seyahat halindeyken yolcu alamamasıydı…
Sınır şehirlerinin farklı karakterleri vardır ve her sınır şehrinin yaklaşık olarak yaşadığı kaderi Oş ve Celalabad şehirleri de yaşamaktaydı; ticari, kültürel, siyasi geçişkenlikler…
Ve yine hemen her sınır şehrinin yaşadığı önemli bir durum da, özellikle ulusçuluk sonrası daha da belirginleşen etnik karmaşıklık ve karışıklıktı…
Etnik yapıları doğal olmayan biçimde bölen “dayatılmış/çizilmiş” sınırlar, toplumların üzerinde fırsatçı imkanlar oluşturmakta ve yeri-zamanı geldiğinde acımasızca kullanılmaktadır…
Putin’in fikir babalarından ve Avrasyacı ekolün teorisyenlerinden olan Alexander Dugin; Özbekistan ile Kazakistan arasında Çimkent’i, Kırgızistan ve Özbekistan arasında Oş ve Celalabad’ı, Özbekistan ile Tacikistan arasında Hojand’i ve Tursunzade’yi, hatta Buhara ve Semerkand’ı böyle kritik sınır şehirlerinden sayar ve Orta Asya’ya dönük Rus jeopolitiğini de büyük ölçüde buna göre temellendirir. Dugin’e göre bu ülkeleri kontrol etmek için, bahsi geçen sınır şehirlerinde etnik karmaşıklıktan istifade etmek ve ihtiyaç halinde sınır şehirlerinin hangi etnik kimliğe ait olduğu tartışmalarını alevlendirmek gerekecektir…
Amerika üslerinin de bahane edildiği Kırgızistan’daki Nisan devrimini Rusya mı yoksa ABD mi yaptırdı tartışmasından (ki hala ABD savaş uçakları Bişkek havaalanında karşılar sizi, Afganistan’ı bombalamış olmanın gururuyla) öte, fillerin savaşında en büyük acıyı sınır şehirleri yaşamaktadır…
Bişkek’te elden ele dolaşan Oş-Celalabad katliamlarının görüntülerini izlemeye yürek dayanmaz. Bu şehirlerdeki çatışmalar Özbek-Kırgız etnik çatışmasına dönüştü, pastayı ise filler yedi ve yemeye devam ediyor…
Yıllarca aynı şehri, aynı mahalleyi kurmuş ve yaşamış iki millet, bir anda aklını yitirmiş saldırganlara dönüşebildi…
Yıllarca komşuluk yapmış, acıyı ve sevinci paylaşmış insanlardan oluşan bir mahallenin bütünüyle yakılmasını anlatmak zordur!
Aynı pazarda, aynı tarladan gelen ürünleri her gün beraberce satıp eve ekmek götüren insanlardan oluşan bir pazarın kara dumanlarla boyanmasını anlatmak çok zordur!
Doğumunda ve ölümünde beraber törenler düzenlenen çocukların ve yaşlıların hunharca katledilmesini anlayabilmek çok ama çok zordur!
Acının ve yangının izini hala bütün çıplaklığıyla görürsünüz Oş’ta, Celalabad’da…
(Bu yazı 29.05.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)
29 Mayıs 2011 Pazar
15 Mayıs 2011 Pazar
Duşanbe'de Sütçü Kadının Âhını Almak
Gezdiğimiz coğrafyaların ruhunu en iyi kadınlarda görürüz. Kadınlar tüm esrarengiz teşebbüslerine rağmen daha doğaldırlar…
Erkek savaşır, erkek hızlı koşar ölüme, erkek unutmaya zorlar kendini ama acıyı en uzun, kadınlar yaşar…
Kadın toplumun mutlulukta ve hüzünde aynasıdır. Kadın, kadınlığını yitirmemişse en iyi emekçidir…
Başörtüsü imtihanının Türkiye arenasında da, savaşmış veya gurbete gitmiş çocuklarının yükünü taşırken Orta Asya’da da kadın, daha çok insandır…
…
Yaşlıca bir Tacik kadın düşünün; erkeklerinin bir kısmı iç savaşta ölmüş, bir kısmı iç savaş sonrası çoğunlukla alkolik olmuş, çocukları ise Rusya’nın çirkef gurbet ortamında perperişan...
Torunları için “yabancı”lardan kullanılmış elbise istemek zorunda kalan, her sabah yaşlı haline rağmen onlarca litre sütü omuzlayıp kapı kapı dolaşan bir emekçi düşünün; evinin yükünü, adeta Duşanbe’nin yükünü omuzlamış gibi hissedersiniz…
…
Doğal sütün tadını Duşanbe’de aldık. “Süte su katanlar” elbette her toplumda vardır. Duşanbe’de süte su katmayanı bulmak büyük bir nimetti…
Bir gün yaşlıca Tacik kadın kapımızı çaldı. Tacik komşumuz bahsetmiş süt ihtiyacımız olduğundan. Çok sevindik ve her hafta almak üzere sözleştik…
Birkaç hafta düzenli süt getirdi Sütçü Kadın. En son geldiğinde eşimden, çocukların kullanılmış giyeceklerinden istedi utanarak…
Seve seve giysiler ayırdık, Tacik kadın yok!
Doğal köy sütü bekledik, Tacik kadın yok!
“Bu da istikrarsız çıktı!” dedik, “Bu da kelek yaptı!” dedik, “Gelse de artık, ayırdığımız giysileri başkasına vereceğiz!” dedik. Dedik de dedik…
Tacik komşumuza ulaştık; “ulaşamıyoruz Sütçü Kadın’a” dedik, yine de haber yok…
…
Biz “su-i zann”larımızla gönlümüz rahat gün geçirirken bir akşam telefon geldi komşumuzdan; “sütçü kadın ölmüş!”…
“Hüsn-i zann”ın ne kadar güzel bir ahlaki davranış olduğunu iliklerimize kadar hissettik. Sütçü Kadın’ın âhını almıştık. Sütçü Kadın’ın hakkına girmiştik…
Birkaç litre süt uğruna, birkaç kullanılmış kıyafet adına bir halkı genelleyerek suçlamıştık, İstisna olabileceğini unutmuştuk, Peygamberin ahlakını es geçmiştik…
…
Sabah erkenden kapı zili çaldı; karşımızda Sütçü Kadın değil, Sütçü Kız vardı artık…
Bir çocuk bu kadar mı olgun olur!
Bir çocuk bu kadar mı olgunlukla hüznü tek bakışta toplar!
İkinci kez kahrolduk; gelen Sütçü Kız, vefat eden Sütçü Kadın’ın torunuymuş. Ninesinin bütün yükünü Sütçü Kız omuzlamış; ekmek peşinde, onur peşinde sabahın erken saatinde “yabancı”nın kapısını çalıyor…
Ve sütçü kız başörtülü, ve sütçü kız onurlu; “süt alır mısınız?” diyor, yalvarmıyor…
Bir kez daha süt istedik, vicdanımızı rahatlatmak için yeni kullanılmış giysiler de vereceğiz Sütçü Kız’a…
Ama artık ulaşamayacağımız Sütçü Kadın’ın âhı bizi yakalar mı bilinmez, Sütçü Kadın bizi affeder mi hiç bilinmez…
…
Duşanbe’de su-i zann’ın acı tecrübesini yaşarken Türkiye’deki Müslümanların yaşam biçimiyle kıyas dahi edemiyorum. Varlık ve yokluk arasında, saflık ve kirlenmişlik arasında, sindirilmişlik ve azmışlık arasında iki ayrı dünya…
Karın tokluğuna çalışan dindar Tacik kızla, çocuğuna günlük 100TL harçlık vermeyi marifet sayan İslamcı Kadın…
…
Evet, toplumların ruhunu en çok kadınlar yansıtır…
Arap devrimlerinin derinlemesine analizlerini yaparken; Sütçü Kadın’ın âhı tokat gibi çarpar yüzümüze…
Bizler, Sütçü Kız’ın başına örttüğünü Türkiye’de es geçip seçim kulisleri ve entrikalarıyla (diğer adı “su-i zann”ile ) kocaman stratejistler olurken; bir çocuğun, bir kadının, bir insanın, bir Taciğin, bir Kırgız’ın ve hatta bir hayvanın hakkına geçmek elbette çok da önemli olmaz…
Çünkü biz bu kadar küçük şeyler düşünemeyecek büyük stratejistleriz!
(Bu yazı 15.05.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)
Erkek savaşır, erkek hızlı koşar ölüme, erkek unutmaya zorlar kendini ama acıyı en uzun, kadınlar yaşar…
Kadın toplumun mutlulukta ve hüzünde aynasıdır. Kadın, kadınlığını yitirmemişse en iyi emekçidir…
Başörtüsü imtihanının Türkiye arenasında da, savaşmış veya gurbete gitmiş çocuklarının yükünü taşırken Orta Asya’da da kadın, daha çok insandır…
…
Yaşlıca bir Tacik kadın düşünün; erkeklerinin bir kısmı iç savaşta ölmüş, bir kısmı iç savaş sonrası çoğunlukla alkolik olmuş, çocukları ise Rusya’nın çirkef gurbet ortamında perperişan...
Torunları için “yabancı”lardan kullanılmış elbise istemek zorunda kalan, her sabah yaşlı haline rağmen onlarca litre sütü omuzlayıp kapı kapı dolaşan bir emekçi düşünün; evinin yükünü, adeta Duşanbe’nin yükünü omuzlamış gibi hissedersiniz…
…
Doğal sütün tadını Duşanbe’de aldık. “Süte su katanlar” elbette her toplumda vardır. Duşanbe’de süte su katmayanı bulmak büyük bir nimetti…
Bir gün yaşlıca Tacik kadın kapımızı çaldı. Tacik komşumuz bahsetmiş süt ihtiyacımız olduğundan. Çok sevindik ve her hafta almak üzere sözleştik…
Birkaç hafta düzenli süt getirdi Sütçü Kadın. En son geldiğinde eşimden, çocukların kullanılmış giyeceklerinden istedi utanarak…
Seve seve giysiler ayırdık, Tacik kadın yok!
Doğal köy sütü bekledik, Tacik kadın yok!
“Bu da istikrarsız çıktı!” dedik, “Bu da kelek yaptı!” dedik, “Gelse de artık, ayırdığımız giysileri başkasına vereceğiz!” dedik. Dedik de dedik…
Tacik komşumuza ulaştık; “ulaşamıyoruz Sütçü Kadın’a” dedik, yine de haber yok…
…
Biz “su-i zann”larımızla gönlümüz rahat gün geçirirken bir akşam telefon geldi komşumuzdan; “sütçü kadın ölmüş!”…
“Hüsn-i zann”ın ne kadar güzel bir ahlaki davranış olduğunu iliklerimize kadar hissettik. Sütçü Kadın’ın âhını almıştık. Sütçü Kadın’ın hakkına girmiştik…
Birkaç litre süt uğruna, birkaç kullanılmış kıyafet adına bir halkı genelleyerek suçlamıştık, İstisna olabileceğini unutmuştuk, Peygamberin ahlakını es geçmiştik…
…
Sabah erkenden kapı zili çaldı; karşımızda Sütçü Kadın değil, Sütçü Kız vardı artık…
Bir çocuk bu kadar mı olgun olur!
Bir çocuk bu kadar mı olgunlukla hüznü tek bakışta toplar!
İkinci kez kahrolduk; gelen Sütçü Kız, vefat eden Sütçü Kadın’ın torunuymuş. Ninesinin bütün yükünü Sütçü Kız omuzlamış; ekmek peşinde, onur peşinde sabahın erken saatinde “yabancı”nın kapısını çalıyor…
Ve sütçü kız başörtülü, ve sütçü kız onurlu; “süt alır mısınız?” diyor, yalvarmıyor…
Bir kez daha süt istedik, vicdanımızı rahatlatmak için yeni kullanılmış giysiler de vereceğiz Sütçü Kız’a…
Ama artık ulaşamayacağımız Sütçü Kadın’ın âhı bizi yakalar mı bilinmez, Sütçü Kadın bizi affeder mi hiç bilinmez…
…
Duşanbe’de su-i zann’ın acı tecrübesini yaşarken Türkiye’deki Müslümanların yaşam biçimiyle kıyas dahi edemiyorum. Varlık ve yokluk arasında, saflık ve kirlenmişlik arasında, sindirilmişlik ve azmışlık arasında iki ayrı dünya…
Karın tokluğuna çalışan dindar Tacik kızla, çocuğuna günlük 100TL harçlık vermeyi marifet sayan İslamcı Kadın…
…
Evet, toplumların ruhunu en çok kadınlar yansıtır…
Arap devrimlerinin derinlemesine analizlerini yaparken; Sütçü Kadın’ın âhı tokat gibi çarpar yüzümüze…
Bizler, Sütçü Kız’ın başına örttüğünü Türkiye’de es geçip seçim kulisleri ve entrikalarıyla (diğer adı “su-i zann”ile ) kocaman stratejistler olurken; bir çocuğun, bir kadının, bir insanın, bir Taciğin, bir Kırgız’ın ve hatta bir hayvanın hakkına geçmek elbette çok da önemli olmaz…
Çünkü biz bu kadar küçük şeyler düşünemeyecek büyük stratejistleriz!
(Bu yazı 15.05.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)
9 Nisan 2011 Cumartesi
Minsk'in Dinginliği
Tren yolculuğu keyiftir!
Zamanı yönetemezsiniz kompartımanda, tabisinizdir ona…
Sizi öyle çeker ki içine, her anınızda dinginliği yaşarsınız…
Teknolojinin tuşuna dokunduğunuzda bile, dokunduğunuz tarihtir…
…
Ah Mehmet,
Yine tutamadın kendini!
Bir Belaruslu’ya neden umut verdin ki!
Her insan kıymetlidir, doğru. Ama umudu olan çok daha kıymetlidir...
Dünyayı yıkarmış kırılan her bir umut…
Daha kötüsü ise;
Bir tren yolculuğu kadar umutlanmaktır…
…
Her insan bir dünyadır Mehmet!
Ha Çankırı’dan ha Trabzon’dan gelmiş olsun, ha Minsk’te ha Brest’te yaşıyor olsun…
Bir karşı cinsin dinginliğinde şefkat umudundasın. Kazanamadığın olgunluğu, bir direksiyon başında, zarif bir ele teslim ettin…
Gücün imanda, zarafetin ruhta olduğunu unutma dostum!
…
Düşmanlığa kaptırma kendini Mehmedim!
Kindarlığa prim verme!
Ve sonuna kadar inan halkların kardeşliğine…
Ermeni de olsa gir mekânına, helalince tadına bak her şeyiyle senden ve ondan anonimleşmiş lezzetlerin…
Sadece Ermeni’yle değil Mehmet, Kürt ve Zaza’yla da köprü kur!
Bölücü diyecekler sana biliyorum. Ama sen yüreğinle eğil ve Kürdün, ve Zazanın alnından da öp, yüreğinden de, aşağılanmaya inat…
…
Ah Mehmet kardeş ah!
Çok şey yaşadın sen, yaşın aldı gitti başını. Ama gördüm ki pür insansın sen!
Kaç insan, referansın üç silsile sonrasına güvenerek yardıma koşar!
El-hak doğru dedin Mehmet;
En büyük sermayemiz ilişkimizdir!
Birden Mustafa Şen’i hatırladım, kompartımanda. Meteliğe kurşun sıktığımız dönemde “sermayemiz yok demeyin, en büyük sermayeniz ilişkinizdir” demişti…
Ah Mustafa Abi,
O ufkunla nerelere attın bizi, bir bilsen;
Dünya şehirlerinde dolaşıyoruz…
Şimdi de küçücük, tenha mekânlarıyla dolu Minsk’te, Brest’te kazandığımız dostluklara uzanıyoruz, sermayeyi finanstan arındırarak…
…
Rus erkeğinin de güldüğünü Brest’te gördüm!
İstasyona dönüşmüş müzenin, gri ama bir o kadar şık sütunlarında beklerken treni, en sempatik Rus genciyle tanıştırıldım, Medvedev…
“Ayı gibi” değil, insan gibiydi…
Taş gibi değil, toprak gibiydi…
O güzel insan havaalanına taşırken beni, anladım ki ruhlar her coğrafyaya uğrarmış…
Karanlık havaalanında yalnız başına zırhını kuşanmışken, bir el yapımı kız ve bir de çan satın aldım; biri Minsk, diğeri Belarus anısına. Üç erkek evladın yanına kukla bir kızı koyamayacağımı bile bile…
Minsk ve Brest’i geride bırakırken Kuzey Afrika rüzgarının Belarus sokaklarında estiğini duydum, sevindim.
Keşke her şehir ruhuna kavuşsa!
(Bu yazı 09.04.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)
Zamanı yönetemezsiniz kompartımanda, tabisinizdir ona…
Sizi öyle çeker ki içine, her anınızda dinginliği yaşarsınız…
Teknolojinin tuşuna dokunduğunuzda bile, dokunduğunuz tarihtir…
…
Ah Mehmet,
Yine tutamadın kendini!
Bir Belaruslu’ya neden umut verdin ki!
Her insan kıymetlidir, doğru. Ama umudu olan çok daha kıymetlidir...
Dünyayı yıkarmış kırılan her bir umut…
Daha kötüsü ise;
Bir tren yolculuğu kadar umutlanmaktır…
…
Her insan bir dünyadır Mehmet!
Ha Çankırı’dan ha Trabzon’dan gelmiş olsun, ha Minsk’te ha Brest’te yaşıyor olsun…
Bir karşı cinsin dinginliğinde şefkat umudundasın. Kazanamadığın olgunluğu, bir direksiyon başında, zarif bir ele teslim ettin…
Gücün imanda, zarafetin ruhta olduğunu unutma dostum!
…
Düşmanlığa kaptırma kendini Mehmedim!
Kindarlığa prim verme!
Ve sonuna kadar inan halkların kardeşliğine…
Ermeni de olsa gir mekânına, helalince tadına bak her şeyiyle senden ve ondan anonimleşmiş lezzetlerin…
Sadece Ermeni’yle değil Mehmet, Kürt ve Zaza’yla da köprü kur!
Bölücü diyecekler sana biliyorum. Ama sen yüreğinle eğil ve Kürdün, ve Zazanın alnından da öp, yüreğinden de, aşağılanmaya inat…
…
Ah Mehmet kardeş ah!
Çok şey yaşadın sen, yaşın aldı gitti başını. Ama gördüm ki pür insansın sen!
Kaç insan, referansın üç silsile sonrasına güvenerek yardıma koşar!
El-hak doğru dedin Mehmet;
En büyük sermayemiz ilişkimizdir!
Birden Mustafa Şen’i hatırladım, kompartımanda. Meteliğe kurşun sıktığımız dönemde “sermayemiz yok demeyin, en büyük sermayeniz ilişkinizdir” demişti…
Ah Mustafa Abi,
O ufkunla nerelere attın bizi, bir bilsen;
Dünya şehirlerinde dolaşıyoruz…
Şimdi de küçücük, tenha mekânlarıyla dolu Minsk’te, Brest’te kazandığımız dostluklara uzanıyoruz, sermayeyi finanstan arındırarak…
…
Rus erkeğinin de güldüğünü Brest’te gördüm!
İstasyona dönüşmüş müzenin, gri ama bir o kadar şık sütunlarında beklerken treni, en sempatik Rus genciyle tanıştırıldım, Medvedev…
“Ayı gibi” değil, insan gibiydi…
Taş gibi değil, toprak gibiydi…
O güzel insan havaalanına taşırken beni, anladım ki ruhlar her coğrafyaya uğrarmış…
Karanlık havaalanında yalnız başına zırhını kuşanmışken, bir el yapımı kız ve bir de çan satın aldım; biri Minsk, diğeri Belarus anısına. Üç erkek evladın yanına kukla bir kızı koyamayacağımı bile bile…
Minsk ve Brest’i geride bırakırken Kuzey Afrika rüzgarının Belarus sokaklarında estiğini duydum, sevindim.
Keşke her şehir ruhuna kavuşsa!
(Bu yazı 09.04.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)
4 Nisan 2011 Pazartesi
31 Mart 2011 Perşembe
24 Mart 2011 Perşembe
Ruhuna Dön Moskova!
İlk gelişimde aldandım, sonrakinde çarpıldım!
Bir şehir bu kadar mı ruhsuz olurmuş, şoktayım!
Bu satırları yazdığım uçak Duşanbe’ye yol alırken, geçirdiğim sancılı birkaç saate ve kaybettiğim parama yanıyorum…
“Anamdan emdiğim süt burnumdan geldi” tabirini en iyi Moskova’da anladım…
…
Ey ruhunu yitirmiş şehir!
Vermek zorunda kaldığım üçyüzdolara değil, güzelliğinle çelişen ruhuna yanıyorum…
Yine de haksızlık etmeyeyim diye ilk gelişimi yâdettim, toparlandım.
Misk-Safanova arası tren nostaljini hatırladım.
Bir kasaba otelinde, rublem yok diye geri götürülen çay için verdiğim mücadeleyi…
…
Az biraz ruh katabilsen kendine ey şehir; sen gördüğüm en düzenli şehirlerdensin!
İsmailova caddesinde, Beta’nın penceresinden sabaha uyanışını gördüm. Gece yarısında, soğuk bir akşamda, kapanmaya ramak kala helal yiyecek kaygısıyla kendimizi attığımız Azeri lokantasını…
Sanki yedi tepeye nisbet, altı sarayınla meydan okuyuşunu…
…
Metronu çok sevdim Moskova!
Her bir durakta ayrı bir sanat eseri, her bir aktarmada apayrı dekorasyon…
Yerin altında dairevi turlarla tüm şehri gez gezebildiğin kadar!
Bak düzeltiyorum;
Ruhsuz dedim ama ruhun yerin altında dolaşıyor Moskova!
Ve en ruhlu insanlarını yeraltında tanıdım. Elindeki kabzayı tutup da çektiğim fotoğraf, gülücüklerimi dondurdu…
…
Yolların keşmekeşe, metron tar ihe açılıyor Moskova!
Park Pabeda, Vdnh ve elbette Krasni Ploshad, Kızıl Meydan yani…
Bir tarih gizli sende, fark ettim…
Ben nasıl Cumhuriyetle kopukluk yaşadıysam, sen de Bolşevik ihtilaliyle yaşadın kopukluğunu…
Oysa gezen bilir ki; senin köklerinde medeniyetten izler var!
Zannedilir ki en güzel yapıları son devrin/devrimin insanları yapmıştır.
Hayır Moskova!
İkinci Dünya Savaşı’nın harabe kıldıkları, yüzeye ilişkindir. İşte bunun içindir ki yerin altına indikçe insanlar fark edecek medeniyetini ve ruhunu…
…
Griye bürünmüş tonun matruşkalarla renklenmiş şimdilerde…
Renklerinden korkma Moskova!
“Ayı kadar güçlü” erkeğinle, “melek kadar güzel” kızlarınla övüneceğine, ruhunu dirilt yeniden!
En sıcak tebessümüyle bir bayan polisin kadar şefkatli ve devrimci olabil ki sorunlarını çözebilesin…
Ki elbette o zaman, Domodedova Havaalanı’nda benden çaldığın üçyüzdoları tereddütsüz affederim. Çeçenler, Kafkas halkları seni affeder mi bilmem…
Ve elbette o zaman, Havaalanı’ndan bir daha geçerken, onlarca kişinin öldürülmesine değil, ruhuna bakarım…
…
Dön ruhuna ey Moskova!
Güzelliğin aşkına…
Yerin altındaki ruhun aşkına…
(Bu yazı 24.03.2011 tarihinde Timetürk sitesinde yayımlanmıştır)
Bir şehir bu kadar mı ruhsuz olurmuş, şoktayım!
Bu satırları yazdığım uçak Duşanbe’ye yol alırken, geçirdiğim sancılı birkaç saate ve kaybettiğim parama yanıyorum…
“Anamdan emdiğim süt burnumdan geldi” tabirini en iyi Moskova’da anladım…
…
Ey ruhunu yitirmiş şehir!
Vermek zorunda kaldığım üçyüzdolara değil, güzelliğinle çelişen ruhuna yanıyorum…
Yine de haksızlık etmeyeyim diye ilk gelişimi yâdettim, toparlandım.
Misk-Safanova arası tren nostaljini hatırladım.
Bir kasaba otelinde, rublem yok diye geri götürülen çay için verdiğim mücadeleyi…
…
Az biraz ruh katabilsen kendine ey şehir; sen gördüğüm en düzenli şehirlerdensin!
İsmailova caddesinde, Beta’nın penceresinden sabaha uyanışını gördüm. Gece yarısında, soğuk bir akşamda, kapanmaya ramak kala helal yiyecek kaygısıyla kendimizi attığımız Azeri lokantasını…
Sanki yedi tepeye nisbet, altı sarayınla meydan okuyuşunu…
…
Metronu çok sevdim Moskova!
Her bir durakta ayrı bir sanat eseri, her bir aktarmada apayrı dekorasyon…
Yerin altında dairevi turlarla tüm şehri gez gezebildiğin kadar!
Bak düzeltiyorum;
Ruhsuz dedim ama ruhun yerin altında dolaşıyor Moskova!
Ve en ruhlu insanlarını yeraltında tanıdım. Elindeki kabzayı tutup da çektiğim fotoğraf, gülücüklerimi dondurdu…
…
Yolların keşmekeşe, metron tar ihe açılıyor Moskova!
Park Pabeda, Vdnh ve elbette Krasni Ploshad, Kızıl Meydan yani…
Bir tarih gizli sende, fark ettim…
Ben nasıl Cumhuriyetle kopukluk yaşadıysam, sen de Bolşevik ihtilaliyle yaşadın kopukluğunu…
Oysa gezen bilir ki; senin köklerinde medeniyetten izler var!
Zannedilir ki en güzel yapıları son devrin/devrimin insanları yapmıştır.
Hayır Moskova!
İkinci Dünya Savaşı’nın harabe kıldıkları, yüzeye ilişkindir. İşte bunun içindir ki yerin altına indikçe insanlar fark edecek medeniyetini ve ruhunu…
…
Griye bürünmüş tonun matruşkalarla renklenmiş şimdilerde…
Renklerinden korkma Moskova!
“Ayı kadar güçlü” erkeğinle, “melek kadar güzel” kızlarınla övüneceğine, ruhunu dirilt yeniden!
En sıcak tebessümüyle bir bayan polisin kadar şefkatli ve devrimci olabil ki sorunlarını çözebilesin…
Ki elbette o zaman, Domodedova Havaalanı’nda benden çaldığın üçyüzdoları tereddütsüz affederim. Çeçenler, Kafkas halkları seni affeder mi bilmem…
Ve elbette o zaman, Havaalanı’ndan bir daha geçerken, onlarca kişinin öldürülmesine değil, ruhuna bakarım…
…
Dön ruhuna ey Moskova!
Güzelliğin aşkına…
Yerin altındaki ruhun aşkına…
(Bu yazı 24.03.2011 tarihinde Timetürk sitesinde yayımlanmıştır)
16 Mart 2011 Çarşamba
Üç Şey!
Eskiler insanoğlunun kırkında olgunlaştığını söyleseler de hayatımızın her evresi yaşanmış farklı tecrübelerle doludur ve muhtemelen olgunlaşma peyderpey tecelli edecek…
Özbekistan-Tacikistan sınırındaki “Karatog” dağlarının buz gibi göletleri etrafında arkadaşlarla sohbet ederken, onları hayata ve işe motive etme kaygısıyla o an zihnimde gelişen denklem bir süre sonra üzerinde daha çok düşündüğüm, somutlaştırdığım bakışaçısına ve muhtemeldir ki yaşam biçimine dönüştü…
…
Konuşarak, halleşerek öğreniriz birçok şeyi. Konuştuklarımız ise farkında olsak da olmasak da hayatın özünden toparladıklarımızdır…
“Üç şey verildi bize dostlar; Zihin, beden ve ruh! Her üçü de sürekli değişimi barındırır içinde. Bu üç şeyi geliştiremeyenler körelir, geliştirenler ise bu üç şeydeki atıl bırakılmış potansiyeli idrak edip de şaşırır…”
Bu üç şeyden ne de az istifade ediyoruz!
Bu üç şeyi ne de çok ihmal ediyoruz!
…
Zihin, beden ve ruh!
Her biri kendi içinde müthiş bir potansiyel barındırmakta…
Daha önemlisi her birini olabildiğince geliştirmek mümkün…
Bu üç şeyi beraber ele almalı, beraber harekete geçirmeli…
Bu üç şeyi beraber beslemeli, beraber geliştirmeli…
“Uzman körlüğü”nü bu üç şeyde de yaşıyoruz!
Kimi sadece bedenine odaklanmış, fikirsiz ve ruhsuz…
Kimi sadece zihnine odaklanmış, fiziksiz ve ruhsuz…
Kimi sadece ruhuna odaklanmış, fikirsiz ve çürümüş…
…
Zihin, beden ve ruh!
Bu üç şeyi beraber işlemeli, İslam’ın hayata bütüncül bakışı da bunu gerektirir...
Bunun içindir ki fizik ve metafiziğin eşgüdümünden bahsedilir…
Ve bunun içindir ki bilgi ve eylemin ayrılmazlığından bahsedilir…
Tam da bu bağlamda ruhunu ihmal etmiş rasyonalist bir Müslüman düşünemiyorum…
Yine bu bağlamda ruha dalmış ama aklı işlemeyen bir Müslüman düşünemiyorum…
Ve yine bu bağlamda hantal/hareketsiz/göbekli bir Müslüman düşünemiyorum…
…
Zihin, beden ve ruh!
Zihnin ilacı düşünce, bedenin ilacı hareket, ruhun ilacı ise manadır…
Her seherde uyanıp ruhumuzu açalım; namazla, zikirle dolduralım…
Her seherde uyanıp zihnimizi açalım; tefekkürle, okumayla canlandıralım…
Her seherde uyanıp yola koyulalım; yürüyerek, koşarak bedenimize can katalım…
Bu üç şeyin kadrini bilelim dostlar!
Bu üç şeyi paralel yürütelim dostlar!
Ve bu üç şeyi her gün her an işletelim dostlar!
Unutmayalım ki;
“İki günü eşit olan ziyandadır!”
(Bu yazı 16.03.2011 tarihinde Timetürk sitesinde yayımlanmıştır)
Özbekistan-Tacikistan sınırındaki “Karatog” dağlarının buz gibi göletleri etrafında arkadaşlarla sohbet ederken, onları hayata ve işe motive etme kaygısıyla o an zihnimde gelişen denklem bir süre sonra üzerinde daha çok düşündüğüm, somutlaştırdığım bakışaçısına ve muhtemeldir ki yaşam biçimine dönüştü…
…
Konuşarak, halleşerek öğreniriz birçok şeyi. Konuştuklarımız ise farkında olsak da olmasak da hayatın özünden toparladıklarımızdır…
“Üç şey verildi bize dostlar; Zihin, beden ve ruh! Her üçü de sürekli değişimi barındırır içinde. Bu üç şeyi geliştiremeyenler körelir, geliştirenler ise bu üç şeydeki atıl bırakılmış potansiyeli idrak edip de şaşırır…”
Bu üç şeyden ne de az istifade ediyoruz!
Bu üç şeyi ne de çok ihmal ediyoruz!
…
Zihin, beden ve ruh!
Her biri kendi içinde müthiş bir potansiyel barındırmakta…
Daha önemlisi her birini olabildiğince geliştirmek mümkün…
Bu üç şeyi beraber ele almalı, beraber harekete geçirmeli…
Bu üç şeyi beraber beslemeli, beraber geliştirmeli…
“Uzman körlüğü”nü bu üç şeyde de yaşıyoruz!
Kimi sadece bedenine odaklanmış, fikirsiz ve ruhsuz…
Kimi sadece zihnine odaklanmış, fiziksiz ve ruhsuz…
Kimi sadece ruhuna odaklanmış, fikirsiz ve çürümüş…
…
Zihin, beden ve ruh!
Bu üç şeyi beraber işlemeli, İslam’ın hayata bütüncül bakışı da bunu gerektirir...
Bunun içindir ki fizik ve metafiziğin eşgüdümünden bahsedilir…
Ve bunun içindir ki bilgi ve eylemin ayrılmazlığından bahsedilir…
Tam da bu bağlamda ruhunu ihmal etmiş rasyonalist bir Müslüman düşünemiyorum…
Yine bu bağlamda ruha dalmış ama aklı işlemeyen bir Müslüman düşünemiyorum…
Ve yine bu bağlamda hantal/hareketsiz/göbekli bir Müslüman düşünemiyorum…
…
Zihin, beden ve ruh!
Zihnin ilacı düşünce, bedenin ilacı hareket, ruhun ilacı ise manadır…
Her seherde uyanıp ruhumuzu açalım; namazla, zikirle dolduralım…
Her seherde uyanıp zihnimizi açalım; tefekkürle, okumayla canlandıralım…
Her seherde uyanıp yola koyulalım; yürüyerek, koşarak bedenimize can katalım…
Bu üç şeyin kadrini bilelim dostlar!
Bu üç şeyi paralel yürütelim dostlar!
Ve bu üç şeyi her gün her an işletelim dostlar!
Unutmayalım ki;
“İki günü eşit olan ziyandadır!”
(Bu yazı 16.03.2011 tarihinde Timetürk sitesinde yayımlanmıştır)
10 Mart 2011 Perşembe
Orta Asya'ya Nasıl Bakmalı? (3)
Önceki yazılarda bu coğrafyaya olan bakışı ele alırken bu yazımızda, bundan sonra bu bölgeye nasıl bakılması gerektiği üzerinde durmaya çalışacağız…
Öncelikle şu tespiti yapmamız gerekir ki soğuk savaş sonrasında Müslümanların, en büyük potansiyel tehlike olarak gündeme alınması Orta Asya coğrafyasına da farklı şekillerde yansımıştır.
Bu coğrafyanın bu bağlamda büyük talihsizliklerinden biri de Sovyet döneminin İslam’ı hesaba katmayan politikalarının yine büyük ölçüde KGB’den yetişme yöneticiler tarafından daha kaba bir şekilde devam ettirilmesi olmuştur…
Amerika’nın gayrı meşru Afganistan işgaline Rusya’nın, geçmiş acısı ve konjonktürel “küresel İslami terör” rüzgârının da işine gelmesiyle sessiz kalması Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan gibi ülkelerin de bu işgale çanak tutmalarını doğurmuştur.
Aslında Rusya’nın görece nötr kalması yanında bahsi geçen ülkeler daha aktif rol üstlenmişler ve bu rollerini de en başta “küresel İslami terör” söyleminin arkasına sığınarak ifa etmişler ve bu söylemin arkasına sığınmak suretiyle kendi bölgelerinde iktidarlarının alternatifi olan İslamcılık potansiyelini daha tam doğmadan boğmaya çalışmışlardır…
Küresel ölçekte İslam’ı etkisizleştirme gayreti üzerinde durduğumuzda aslında bölgeye nasıl bakmamız gerektiğini öngörmüş oluyoruz.
Gözlemlerimiz ve araştırmalarımız neticesinde görebildiğimiz kadarıyla bu coğrafyanın ıslahı ve gelişiminin çözümü, İslam’ın yaklaşım biçiminin daha derli toplu ve kuşatıcı bir şekilde sunumundadır.
Elbette bu ifadenin yalnız başına çok şey ifade etmediğinin hatta teorik kaldığının da farkındayım ama teorik olarak özellikle son dönemlerde çokça tartışılmamış bir coğrafya için teorik tartışmalarımızın öncelikli olduğu kanaatindeyim.
Çözümü İslam’la ilişkilendiriyorsak öncelikle İslamcıların (teorik de olsa) Orta Asya’yı ciddi olarak gündemlerine almaları gerekmektedir.
Acıdır ki, Osmanlı’nın çöküşü döneminde tartışılan “üç tarz-ı siyaset” kapsamında bir tartışmayı dahi henüz bu coğrafya için yapabilmiş ve aşabilmiş değiliz.
Dolayısıyla teorik çalışmaların ve tartışmaların acilen bu coğrafyayla ilgili tekrar gündeme alınması gerekmektedir.
Bunun için, bu coğrafyayı hiç görmemiş ama İslamcılık iddiasında olanların acilen bu coğrafyayı gezip görmeleri gerekir.
Gezmelerimizin görmelerimizin bir ana şehir ve kulvardan ibaret olmaya başladığı yani turistik ve fantastik olmaya başladığı son dönemlerimizde, daha derinlemesine bu coğrafyanın anlaşılabilmesi için köylerine, varoşlarına ve başkent dışındaki diğer şehirlerine bakmak gerekmektedir.
Türkiye’de 28 Şubat öncesinde başlayan ve 28 Şubatla beraber hazmedilen yeni yaşam biçimiyle dindarlar zenginleşip muhafazakârlaşırken Orta Asya’da neler olup bittiğini biraz zorluğa katlanarak gelip görmeliler.
Kardeşliğin masa başında ve lüks mekânlarda ahkam kesmekle olamayacağını ancak “öteki” Müslüman kardeşlerimizi fark ederek, görerek ve onları yaşayarak öğrenebiliriz…
Ümmet düşüncesinin kapsamının sadece yanı başımızdaki Orta Doğu olamayacağını, Orta Asya diye adlandırılan ve en önemli ortak paydaları dinleri olan bu coğrafyayı görerek ümmetçiliğimizin eksik yanlarını öğrenebiliriz…
Özetle; aşılmadığını düşündüğümüz “üç tarz-ı siyaset” teorisiyle gidecek olursak; bu coğrafyada batıcılığın soğuk yüzü tutmayacak, Türkçülük mikro milliyetçiliği körükleyecek ama İslamcılık bu coğrafyanın potansiyeli olmaya devam edecektir…
Burada en önemli nokta; İslamcıların bunu fark etmeleri, Orta Asya’yı gündemlerine almaları, bilgilerini güncellemeleri, coğrafyayı yaşamalarıdır…
(Bu yazı 10.03.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)
Öncelikle şu tespiti yapmamız gerekir ki soğuk savaş sonrasında Müslümanların, en büyük potansiyel tehlike olarak gündeme alınması Orta Asya coğrafyasına da farklı şekillerde yansımıştır.
Bu coğrafyanın bu bağlamda büyük talihsizliklerinden biri de Sovyet döneminin İslam’ı hesaba katmayan politikalarının yine büyük ölçüde KGB’den yetişme yöneticiler tarafından daha kaba bir şekilde devam ettirilmesi olmuştur…
Amerika’nın gayrı meşru Afganistan işgaline Rusya’nın, geçmiş acısı ve konjonktürel “küresel İslami terör” rüzgârının da işine gelmesiyle sessiz kalması Özbekistan, Tacikistan ve Kırgızistan gibi ülkelerin de bu işgale çanak tutmalarını doğurmuştur.
Aslında Rusya’nın görece nötr kalması yanında bahsi geçen ülkeler daha aktif rol üstlenmişler ve bu rollerini de en başta “küresel İslami terör” söyleminin arkasına sığınarak ifa etmişler ve bu söylemin arkasına sığınmak suretiyle kendi bölgelerinde iktidarlarının alternatifi olan İslamcılık potansiyelini daha tam doğmadan boğmaya çalışmışlardır…
Küresel ölçekte İslam’ı etkisizleştirme gayreti üzerinde durduğumuzda aslında bölgeye nasıl bakmamız gerektiğini öngörmüş oluyoruz.
Gözlemlerimiz ve araştırmalarımız neticesinde görebildiğimiz kadarıyla bu coğrafyanın ıslahı ve gelişiminin çözümü, İslam’ın yaklaşım biçiminin daha derli toplu ve kuşatıcı bir şekilde sunumundadır.
Elbette bu ifadenin yalnız başına çok şey ifade etmediğinin hatta teorik kaldığının da farkındayım ama teorik olarak özellikle son dönemlerde çokça tartışılmamış bir coğrafya için teorik tartışmalarımızın öncelikli olduğu kanaatindeyim.
Çözümü İslam’la ilişkilendiriyorsak öncelikle İslamcıların (teorik de olsa) Orta Asya’yı ciddi olarak gündemlerine almaları gerekmektedir.
Acıdır ki, Osmanlı’nın çöküşü döneminde tartışılan “üç tarz-ı siyaset” kapsamında bir tartışmayı dahi henüz bu coğrafya için yapabilmiş ve aşabilmiş değiliz.
Dolayısıyla teorik çalışmaların ve tartışmaların acilen bu coğrafyayla ilgili tekrar gündeme alınması gerekmektedir.
Bunun için, bu coğrafyayı hiç görmemiş ama İslamcılık iddiasında olanların acilen bu coğrafyayı gezip görmeleri gerekir.
Gezmelerimizin görmelerimizin bir ana şehir ve kulvardan ibaret olmaya başladığı yani turistik ve fantastik olmaya başladığı son dönemlerimizde, daha derinlemesine bu coğrafyanın anlaşılabilmesi için köylerine, varoşlarına ve başkent dışındaki diğer şehirlerine bakmak gerekmektedir.
Türkiye’de 28 Şubat öncesinde başlayan ve 28 Şubatla beraber hazmedilen yeni yaşam biçimiyle dindarlar zenginleşip muhafazakârlaşırken Orta Asya’da neler olup bittiğini biraz zorluğa katlanarak gelip görmeliler.
Kardeşliğin masa başında ve lüks mekânlarda ahkam kesmekle olamayacağını ancak “öteki” Müslüman kardeşlerimizi fark ederek, görerek ve onları yaşayarak öğrenebiliriz…
Ümmet düşüncesinin kapsamının sadece yanı başımızdaki Orta Doğu olamayacağını, Orta Asya diye adlandırılan ve en önemli ortak paydaları dinleri olan bu coğrafyayı görerek ümmetçiliğimizin eksik yanlarını öğrenebiliriz…
Özetle; aşılmadığını düşündüğümüz “üç tarz-ı siyaset” teorisiyle gidecek olursak; bu coğrafyada batıcılığın soğuk yüzü tutmayacak, Türkçülük mikro milliyetçiliği körükleyecek ama İslamcılık bu coğrafyanın potansiyeli olmaya devam edecektir…
Burada en önemli nokta; İslamcıların bunu fark etmeleri, Orta Asya’yı gündemlerine almaları, bilgilerini güncellemeleri, coğrafyayı yaşamalarıdır…
(Bu yazı 10.03.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)
3 Mart 2011 Perşembe
Orta Asya'ya Nasıl Bakmalı? (2)
Unutturulan bu coğrafya ile 91’de yeniden tanıştığımızda Türkiye’den bakanlar için Alev Alatlı’nın da romanlaştırdığı gibi birkaç bakış açısı vardı; milliyetçilik, para, kadın ve biraz da gönüllülük…
Milliyetçi ilk refleks daha Orta Asya’nın ortalarına varmadan Bakü’de toslayınca anlaşıldı ki Kırgız, Özbek ya da Türkmen zaten kendini Türk hissetmiyormuş ki! Ve her milliyetçi yaklaşım, mikro milliyetçiliği perçinledi ve anlaşıldı ki bu coğrafyanın ruhu ırkçılıkla canlanmaz…
Yine aynı dönemlerde bu coğrafyada açılımın bir tetikleyicisi de Özal oldu. Özal’ın açılımında iki unsur vardı; birincisi Türkiye’nin ihracatını arttırmak, ikincisi ise kültürel anlamda iletişimi yeniden sağlamak için “hizmet” yollarıyla kültürel işbirliği temin etmek…
Dönem dönem insani yaklaşımlar olsa da her halükarda bu coğrafyaya öncelikle çantada keklik ırkdaşlar ve ekonomik açılımın potansiyel müşterileri olarak bakıldı daha çok…
Bu insanların Müslümanlığı, hatta mezhepleri, tarikatları, yaşam biçimleri, İslam Dünyasındaki yerleri ve konumları, yeni dünyadaki muhtemel konumları vb. hususlar büyük ölçüde teğet geçildi…
“Hizmet” adı altında Özal döneminin de motivasyonuyla başlayan çalışmalar bir süre sonra “belirleyici olmaktan çok, mevcudu bir nebze daha ıslah çabası”na dönüştü…
Orta Asya’ya açılımların pragmatik ve lokal kalması beraberinde selefi gurupların da bölgeye açılımını getirdi. Ama selefi guruplar da yapıları gereği marjinal kalmak ve yönetici kitlenin eline malzeme vermek dışında çok da ileri gidemediler…
Ve bugüne gelirken Orta Asya’nın, dünya gündemindeki payı “enerji gündemi” kadar olabildi ancak…
Ve “yeryüzünün herhangi bir yerinde ayağına diken batan kardeşinin acısını hisseden” Müslümanlar ise bu coğrafyada yaşanan acımasız haksızlıklara dahi kapalı oldular…
Filistin’de bir insanın ölümü, Andican’da binlerce insanın bir anda katledilmesinin unutturdu…
Arabistan’da bir kişinin idamdan kurtarılması, Zeynuddin’in Özbekistan’a teslim edilmesi ve işkenceyle öldürülmesini gizledi…
Oysa temeli “adalet” olan bir inancın mensuplarıysak en yakınımızdakine de en uzaktakine de kapalı olamayız!
Bir dönem Türkiye’nin doğu ve güneydoğu coğrafyasına kapalı oluşunun bedelini nasıl ağır ödediysek ve hala ödemeye devam ediyorsak bir süre sonra da Orta Asya’ya kapalı olmanın bedelini ödeyeceğiz!
Bu coğrafyaya makul ama aktif bir kitlenin kucak açması gerekmektedir.
Türkiye’deki Milli Görüş bu iş için en ideal organizasyondu.
Ama maalesef doksanlı yıllardan itibaren siyasete fazlasıyla angaje olma ve 28 şubatla beraber bir kısmı içe kapanıp marjinalleşme ve bir kısmı da daha güçlü bir iktidarın cazibesine kapılma derdi, bu kitlenin Orta Asya’ya açılımının önünde en büyük engel olmuştur…
Türkiye’deki diğer İslamcı akımlar ise zaten hiçbir zaman kayda değer bir şekilde Orta Asya’yı gündemlerine alamamışlardır…
(Bu yazı 03.03.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)
Milliyetçi ilk refleks daha Orta Asya’nın ortalarına varmadan Bakü’de toslayınca anlaşıldı ki Kırgız, Özbek ya da Türkmen zaten kendini Türk hissetmiyormuş ki! Ve her milliyetçi yaklaşım, mikro milliyetçiliği perçinledi ve anlaşıldı ki bu coğrafyanın ruhu ırkçılıkla canlanmaz…
Yine aynı dönemlerde bu coğrafyada açılımın bir tetikleyicisi de Özal oldu. Özal’ın açılımında iki unsur vardı; birincisi Türkiye’nin ihracatını arttırmak, ikincisi ise kültürel anlamda iletişimi yeniden sağlamak için “hizmet” yollarıyla kültürel işbirliği temin etmek…
Dönem dönem insani yaklaşımlar olsa da her halükarda bu coğrafyaya öncelikle çantada keklik ırkdaşlar ve ekonomik açılımın potansiyel müşterileri olarak bakıldı daha çok…
Bu insanların Müslümanlığı, hatta mezhepleri, tarikatları, yaşam biçimleri, İslam Dünyasındaki yerleri ve konumları, yeni dünyadaki muhtemel konumları vb. hususlar büyük ölçüde teğet geçildi…
“Hizmet” adı altında Özal döneminin de motivasyonuyla başlayan çalışmalar bir süre sonra “belirleyici olmaktan çok, mevcudu bir nebze daha ıslah çabası”na dönüştü…
Orta Asya’ya açılımların pragmatik ve lokal kalması beraberinde selefi gurupların da bölgeye açılımını getirdi. Ama selefi guruplar da yapıları gereği marjinal kalmak ve yönetici kitlenin eline malzeme vermek dışında çok da ileri gidemediler…
Ve bugüne gelirken Orta Asya’nın, dünya gündemindeki payı “enerji gündemi” kadar olabildi ancak…
Ve “yeryüzünün herhangi bir yerinde ayağına diken batan kardeşinin acısını hisseden” Müslümanlar ise bu coğrafyada yaşanan acımasız haksızlıklara dahi kapalı oldular…
Filistin’de bir insanın ölümü, Andican’da binlerce insanın bir anda katledilmesinin unutturdu…
Arabistan’da bir kişinin idamdan kurtarılması, Zeynuddin’in Özbekistan’a teslim edilmesi ve işkenceyle öldürülmesini gizledi…
Oysa temeli “adalet” olan bir inancın mensuplarıysak en yakınımızdakine de en uzaktakine de kapalı olamayız!
Bir dönem Türkiye’nin doğu ve güneydoğu coğrafyasına kapalı oluşunun bedelini nasıl ağır ödediysek ve hala ödemeye devam ediyorsak bir süre sonra da Orta Asya’ya kapalı olmanın bedelini ödeyeceğiz!
Bu coğrafyaya makul ama aktif bir kitlenin kucak açması gerekmektedir.
Türkiye’deki Milli Görüş bu iş için en ideal organizasyondu.
Ama maalesef doksanlı yıllardan itibaren siyasete fazlasıyla angaje olma ve 28 şubatla beraber bir kısmı içe kapanıp marjinalleşme ve bir kısmı da daha güçlü bir iktidarın cazibesine kapılma derdi, bu kitlenin Orta Asya’ya açılımının önünde en büyük engel olmuştur…
Türkiye’deki diğer İslamcı akımlar ise zaten hiçbir zaman kayda değer bir şekilde Orta Asya’yı gündemlerine alamamışlardır…
(Bu yazı 03.03.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)
27 Şubat 2011 Pazar
Vefatın ümmeti birleştirir mi?
İki hafta önce yazdığımız “Erbakan’ı Doğru Anlamak” isimli yazıyla ilgili Ortaasya’da bir dostumuz, yazının yarım kaldığını söylemişti…
Yarım kalan yazıyı “Büyük İnsan”ı kaybedince kaleme almak nasip olacakmış…
…
Ben bir öğrencin olarak şahidim ki;
Sen iyi bir Mü’min, iyi bir dava adamı, iyi bir mücahittin…
Dağ taş da buna şahitlik edecek…
Hiç kimse anlamasa da tarih anlayacak…
Türkiye’nin siyasal tarihine rengini vermekle kalmadın, şekillendirdin!
Erdoğan’dan Gül’e, Arınç’tan Şahin’e hepsi senin ürünündür!
Kurtulmuş’tan Şenere, Özal’a kadar hepsinde senin izin var!
Sen sadece siyasetçilere ilham kaynağı olmadın;
Hüseyin velioğlundan Mehmet Güney’e, Bülent Yıldırım’dan Abdullah Sevim’e, kanaat önderlerinden aydınlara, STK temsilcilerinden sendikacılara, diplomatlardan gazetecilere…
Doğru ya da yanlış ama hepsinde izin var Hocam!
…
Gençleri ne de çok severdin!
Gençler seni ne de çok severlerdi!
Bugün en şatafatlı programlarını erdeme tercih edenler, senin gençler için devlet protokolünü hiçe saymanı görselerdi utanmazlar mıydı!
Başbakan, programının bir-iki dakikasını senin vefatına ayırırken bu duyguyu unutmuş muydu acep…
…
Bir şubat soğuğunda ayrıldın aramızdan…
Öğrencin Metin yüksel dört gün önce şehit olmuştu, Salı günü getirileceğin Fatih camisi avlusunda.
Yarın seni doğru anlayıp da zihniyetine tahammül edemeyenlerin post-modern darbesinin yıl dönümü olacak, ne de manidar değil mi!
Sen Rabbine yolculuk ederken Libya’da sana seviyesizce davranan Kaddafi, tepetaklak devrilecek!
İslam birliğini savundun, başaramadın gibi göründü ama Türkiye’de bu işi senin ruhunla ve rüzgarınla sürdürenler Kuzey Afrika’ya, Ortadoğu’ya ilham kaynağı oldular.
Tunus’u Mısır’ı sarstılar, Bahreyn Yemen var sırada…
Daha sıra kime gelecek bilinmez ama sen olsaydın en çok da alanlarda kazanılanın masada kaybedilmemesine vurgu yapardın...
…
Gittin aramızdan ama ruhun bizimle olacak!
Çünkü seni özetleyen en anlamlı sıfat “Mücahit”ti…
Cihad’a inandın, “nefesin sonuna kadar verilmesi gereken bir mücadele biçimidir cihad” dedin…
Şahidiz ki Ey Rabbim;
Son nefesine kadar cihatla uğraşmıştır Büyük İnsan…
…
Son on yılımız küçük kavgalarla geçti…
…
Son on yılımız küçük kavgalarla geçti…
Sen ayrılınca umarız ki ruhun büyük devrimlere kapı aralar…
Mustafa kardeşim vefatını duyurunca arındım, iki rekat namaz kılıp ruhuna Fatiha okudum…
Eşim “ağlıyor musun?” diye sorunca “O, arkasında ağlanılacak değil gurur duyulacak bir liderdi!” dedim…
Ağlamayacağım arkandan, ruhumun gözyaşlarını, mücadeleni yaşatmaya dökeceğim…
Sen seni de aşan bir davanın motoru oldun.
Motor fabrikanla, arabanla dalga geçtiler.
Motor yaptırmadılar sana ama sen ümmete motor oldun…
Motor fabrikanla, arabanla dalga geçtiler.
Motor yaptırmadılar sana ama sen ümmete motor oldun…
Hep derdin ya “hayra motor, şerre fren!”…
…
Ey güzel insan,
Beni vefat haberinden sonra en çok ne heyecanlandırdı bir bilsen!
İslam Birliği!
Libya’dan güzel haberler beklerken, tüm dünya Müslümanları coşmuşken, senin hep hayalini kurduğun ve ütopik olmakla suçlandığın ümmet birliği anlayışı yeniden canlanmasına heyecanlandım..
Kuzey Afrika-Ortadağu hattında kırk senaryo kurulurken “En büyük Hesap Sahibi” vefatını berekete dönüştürür mü?
Neden olmasın!
Erdoğan’la Kurtulmuş, Gül’le Şener, Arınç’la Kamalak yeniden ele ele tutuşsalar…
Misak-ı Milli sınırlarını aşan bir sinerjiyle Mısır’da İhvan’la, Tunus’ta Nahda’yla el sıkışsalar…
Libya’daki Türkleri kurtarmak kadar direnişe de selam dursalar…
Ortadoğu’da, Ortaasya'da sünniyle de şiiyle de kucaklaşsalar…
Karadavi’yle, Haniye’yle, Kebiri’yle hasbihal etseler…
Molla Bahri’nin dizinin dibinde dua etseler…
Ne güzel olur değil mi!
İşte Hoca tam da böyle bir çılgındı…
Ama daraltılmış kısır bir siyasetten ütopik görünen aşkına ulaşamadı…
O büyük insanın hatırına;
Cenazede buluşalım!
Her coğrafyadan gelelim, her partide analım, her dergahta dua edelim, her kurum ve kuruluşta yeniden muhasebe edelim…
Ortaasya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Avrupa’ya yeniden birliğe uzanalım...
(Bu yazı 27.02.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)
23 Şubat 2011 Çarşamba
Ortaasya'ya nasıl bakmalı? (1)
Önceki yazılarımızdan da hareketle Orta Asya’yı bir parça bildiğimizi ve anlama gayreti içerisinde olduğumuzu varsayarak, “Orta Asya’ya nasıl bakmalı?” sorusuna cevap aramaya çalışacağız.
Bazı okuyucularımızın tartışmaya açtığı kavramsallaştırma sorununu şimdilik bir tarafa bırakarak Orta Asya diye ifade etmiş olduğum bölgeyi doğuda Çin’le, kuzeyde Rusya’yla, güneyde Afganistan’la ve batıda Ukrayna’dan Türkiye’ye uzanan hatla sınırlandırmış olalım.
Dolayısıyla büyük ölçüde etnik olarak Türk olan ama mikro milliyetçiliğin de yayılmasıyla daha farklı kimlik tanımlamaların söz konusu olduğu, ama aslında en büyük ortak paydası Müslümanlık olan bir coğrafyadan ve halklardan bahsediyoruz.
Müslümanlık ortak paydasına rağmen bu coğrafya İslam Dünyası diye adlandırdığımız ana kütleye bir hayli uzak kalmıştır. Bu uzaklık, coğrafi uzaklıktan çok iletişim kopukluğuyla ilgilidir.
Uzaklığın sebepleri üzerinde uzun uzun mütalaa yapılabilir ama görebildiğimiz kadarıyla iletişim kopukluğundaki en temel sebeplerden biri, Doğu yerine Batı’nın birçok açıdan cazibeli oluşudur.
Hatta Rusya gibi, Müslümanlarla ilişkisi geçmişte sorunlu bir ülke bile paradoksal biçimde, İKÖ’yle ilişkiler konusunda Orta Asya devletlerine göre daha aktif olabilmektedir. Tam da bu noktada Üstad Karakoç’u bir kez daha anıp, “altı kardeşi Batı tarafından yutulmuş yedinci ve doğuya yönelmiş çocuğun masalı”na kulak vermeliyiz…
Örneğin, Basmacılar hareketini kaçımız duymuştur?
Basmacılar, 20.yy’ın başlarında gerçek bir direniş örneği sergilemişlerdir bu coğrafyalarda!
Enver Paşa’yı oralara taşıyan işte bu potansiyeldir!
Orta Asya coğrafyası kendi içinde ilmi, irfanı ve direnişi yaşatmıştır ama bizler Mısır’da on kişiden oluşan bir cemaat yapılanmasından bile pürdikkat haberdarken bu coğrafyanın tarihine dair ne de az şey bilmişiz!
Orta Asya’da son birkaç yüzyıl içe kapanmakla geçmişse, son yüzyıl da baskıyla örtülmeye çalışılmıştır.
Semerkand’da Buhara’da hatta Tursunzade köylerinde dolaştığınızda dilden dile dolaşan Basmacıların direnişiyle insanların büyüdüğünü ve inançlarını koruduklarını görürsünüz.
Bunun içindir ki Enver Paşa, bu coğrafya için anlamlıdır. Çünkü O, Türk ya da Turancı olmaktan daha çok Basmacıdır bu coğrafyalarda.
Ve son tahlilde, bu direnişçilerle beraber Pamir eteklerinde canını vermiştir…
(devam edecek…)
(Bu yazı 23.02.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)
Bazı okuyucularımızın tartışmaya açtığı kavramsallaştırma sorununu şimdilik bir tarafa bırakarak Orta Asya diye ifade etmiş olduğum bölgeyi doğuda Çin’le, kuzeyde Rusya’yla, güneyde Afganistan’la ve batıda Ukrayna’dan Türkiye’ye uzanan hatla sınırlandırmış olalım.
Dolayısıyla büyük ölçüde etnik olarak Türk olan ama mikro milliyetçiliğin de yayılmasıyla daha farklı kimlik tanımlamaların söz konusu olduğu, ama aslında en büyük ortak paydası Müslümanlık olan bir coğrafyadan ve halklardan bahsediyoruz.
Müslümanlık ortak paydasına rağmen bu coğrafya İslam Dünyası diye adlandırdığımız ana kütleye bir hayli uzak kalmıştır. Bu uzaklık, coğrafi uzaklıktan çok iletişim kopukluğuyla ilgilidir.
Uzaklığın sebepleri üzerinde uzun uzun mütalaa yapılabilir ama görebildiğimiz kadarıyla iletişim kopukluğundaki en temel sebeplerden biri, Doğu yerine Batı’nın birçok açıdan cazibeli oluşudur.
Hatta Rusya gibi, Müslümanlarla ilişkisi geçmişte sorunlu bir ülke bile paradoksal biçimde, İKÖ’yle ilişkiler konusunda Orta Asya devletlerine göre daha aktif olabilmektedir. Tam da bu noktada Üstad Karakoç’u bir kez daha anıp, “altı kardeşi Batı tarafından yutulmuş yedinci ve doğuya yönelmiş çocuğun masalı”na kulak vermeliyiz…
Örneğin, Basmacılar hareketini kaçımız duymuştur?
Basmacılar, 20.yy’ın başlarında gerçek bir direniş örneği sergilemişlerdir bu coğrafyalarda!
Enver Paşa’yı oralara taşıyan işte bu potansiyeldir!
Orta Asya coğrafyası kendi içinde ilmi, irfanı ve direnişi yaşatmıştır ama bizler Mısır’da on kişiden oluşan bir cemaat yapılanmasından bile pürdikkat haberdarken bu coğrafyanın tarihine dair ne de az şey bilmişiz!
Orta Asya’da son birkaç yüzyıl içe kapanmakla geçmişse, son yüzyıl da baskıyla örtülmeye çalışılmıştır.
Semerkand’da Buhara’da hatta Tursunzade köylerinde dolaştığınızda dilden dile dolaşan Basmacıların direnişiyle insanların büyüdüğünü ve inançlarını koruduklarını görürsünüz.
Bunun içindir ki Enver Paşa, bu coğrafya için anlamlıdır. Çünkü O, Türk ya da Turancı olmaktan daha çok Basmacıdır bu coğrafyalarda.
Ve son tahlilde, bu direnişçilerle beraber Pamir eteklerinde canını vermiştir…
(devam edecek…)
(Bu yazı 23.02.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)
17 Şubat 2011 Perşembe
Erbakan'ı Doğru Anlamak
Hayata çılgınca baktığım lise çağlarımda Naim Abi’yle Erbakan Hoca’nın İslam Dünyası’ndaki konumunu tartışırdık. O beni Erbakan Hoca’nın tüm dünya liderliğine ikna etmeye çalışırken ben ise Hoca’nın basit cümlelerine takılmıştım. Kitaplar deviriyordum ve kitaplardaki güzel cümlelerle Hoca’nın espriye boğulmuş konuşmaları arasında bir türlü uzlaşı sağlayamıyordum…
Lise son sınıfta Faik Abi girdi devreye ve yolumuz Balgat’ta tipik pansiyon formatında düzenlenmiş Eğitim Merkezi’nde kesişti Erbakan Hoca’yla.
Çılgın bir adamla tanıştım o gün. Olabildiğince otoriter, olabildiğince devrimci…
“Bir numara olacaksınız! Her ne iş yapıyorsanız yapın ve her ne iş yapacaksanız yapın bulunduğunuz ortamın dominantı olacaksınız! Dağdaysanız çoban, köydeyseniz muhtar, okuldaysanız sınıf başkanı…”
“Sağlık için günde şu kadar saat uyumalı…” direktifleriyle tanışmamıştık, deli kanımızla çılgınlar gibi bütün dünya (hem de yarından da yakın) bizim olacakmışçasına oradan oraya koşturuyorduk. Hem büyüklerimizin hem de bizim kuşağın fitilini ateşliyordu Erbakan Hoca…
Hoca sadece mücadele fitilini ateşlemekle kalmayıp tüm yaşamımızın programını oluşturmaya çalıştı. Belki birileri bunu bir tür mühendislik olarak değerlendirecek ama insafla 30-40 yıl öncesinin konjonktürüne dönülebilse, sesini çıkartamayan ve kendini gizlemek için kırk takla atan bir kitleye verilen mesajın büyüklüğüyle karşılaşılacak…
İlmi salt rızık endişesiyle öğrenen Babam, bir gün şehre gelen “Erbakan isimli zat”ı dinleyerek hayatını anlamlandırmıştır. Cumhuriyetle sindirilmiş sessiz çoğunluğun ses vermesini sağlayandır Erbakan. Bugünlerde özgürce Gazze için Mısır için ses verebilen toplulukların mimarıdır O…
Adalet hakkı teslim etmekse; en büyük adaletsizlik de bir sürecin kurucularını es geçmektir. Veya bir başka açıdan bakarsak; birkaç eksiklik üzerinden bir değeri yok saymaktır. Erbakansız Türkiye’deki İslamcıların/dindarların siyasi-sosyal-ekonomik mücadelelerini doğru anlamış olmayız. Erbakansız Ak Parti’yi de doğru anlamış olmayız. Ve Erbakansız Tunus-Mısır ve Ortadoğu’daki gelişmeleri de eksik anlamış oluruz…
En son birkaç yıl önce görüştüğümüzde de Hoca’dan yine Balgat’ta dillendirdiği cümleleri duydum. “Cihad bir vakitle sınırlı değildir! Ömrün sonuna kadar verilmesi gereken bir mücadeledir! Ve cihad, artık/boş zamanlarda verilmesi gereken bir uğraş değil, en verimli vakitlerimizdeki çabalarımızdır…”
Küreselleşen çağı önceden öngörmüşçesine her bir organizasyona sınırlar aştırandır Hoca. Kırgızistan’da ilk adil düzen uygulamalarını, Pakistan’la, Mısır’la tecrübe paylaşımını böyle okumalı. Avusturya’ya, Kanada’ya, Güney Afrika’ya uzanmayı böyle görmeli, son on yıldaki daralmaya rağmen…
Hoca’da hiçbir şey değişmedi yaşı dışında. Değişimin tabulaştırıldığı bir çağda O ısrarla ve inatla değişmiyordu. Değişime kapalı olmak bir eleştiri sebebiyse savunularında sebat etmek de bir kararlılık göstergesiydi.
Hoca kırk yılı aşkın mücadelesinde fiziksel ve fikirsel anlamda yalnızlığıyla imtihan olurken biz de tarihe yön veren bir mücadele adamına hakkını teslim edip etmemekle imtihan oluyoruz.
Birçok kıymet, yitirildikten sonra anlaşılır. Erbakan’ın yanlışlıkları O’nun hakkını teslim etme haksızlığına sürüklememeli bizi.
Bir gün gelecek hepimiz O’nun için “çığırlar açan idealist bir insandı!” diyeceğiz, son tahlilde…
(Bu yazı 17.02.2011 yılında Erbakan Hoca'nın vefatından 10 gün önce timeturk sitesinde yayımlanmıştır.)
Lise son sınıfta Faik Abi girdi devreye ve yolumuz Balgat’ta tipik pansiyon formatında düzenlenmiş Eğitim Merkezi’nde kesişti Erbakan Hoca’yla.
Çılgın bir adamla tanıştım o gün. Olabildiğince otoriter, olabildiğince devrimci…
“Bir numara olacaksınız! Her ne iş yapıyorsanız yapın ve her ne iş yapacaksanız yapın bulunduğunuz ortamın dominantı olacaksınız! Dağdaysanız çoban, köydeyseniz muhtar, okuldaysanız sınıf başkanı…”
“Sağlık için günde şu kadar saat uyumalı…” direktifleriyle tanışmamıştık, deli kanımızla çılgınlar gibi bütün dünya (hem de yarından da yakın) bizim olacakmışçasına oradan oraya koşturuyorduk. Hem büyüklerimizin hem de bizim kuşağın fitilini ateşliyordu Erbakan Hoca…
Hoca sadece mücadele fitilini ateşlemekle kalmayıp tüm yaşamımızın programını oluşturmaya çalıştı. Belki birileri bunu bir tür mühendislik olarak değerlendirecek ama insafla 30-40 yıl öncesinin konjonktürüne dönülebilse, sesini çıkartamayan ve kendini gizlemek için kırk takla atan bir kitleye verilen mesajın büyüklüğüyle karşılaşılacak…
İlmi salt rızık endişesiyle öğrenen Babam, bir gün şehre gelen “Erbakan isimli zat”ı dinleyerek hayatını anlamlandırmıştır. Cumhuriyetle sindirilmiş sessiz çoğunluğun ses vermesini sağlayandır Erbakan. Bugünlerde özgürce Gazze için Mısır için ses verebilen toplulukların mimarıdır O…
Adalet hakkı teslim etmekse; en büyük adaletsizlik de bir sürecin kurucularını es geçmektir. Veya bir başka açıdan bakarsak; birkaç eksiklik üzerinden bir değeri yok saymaktır. Erbakansız Türkiye’deki İslamcıların/dindarların siyasi-sosyal-ekonomik mücadelelerini doğru anlamış olmayız. Erbakansız Ak Parti’yi de doğru anlamış olmayız. Ve Erbakansız Tunus-Mısır ve Ortadoğu’daki gelişmeleri de eksik anlamış oluruz…
En son birkaç yıl önce görüştüğümüzde de Hoca’dan yine Balgat’ta dillendirdiği cümleleri duydum. “Cihad bir vakitle sınırlı değildir! Ömrün sonuna kadar verilmesi gereken bir mücadeledir! Ve cihad, artık/boş zamanlarda verilmesi gereken bir uğraş değil, en verimli vakitlerimizdeki çabalarımızdır…”
Küreselleşen çağı önceden öngörmüşçesine her bir organizasyona sınırlar aştırandır Hoca. Kırgızistan’da ilk adil düzen uygulamalarını, Pakistan’la, Mısır’la tecrübe paylaşımını böyle okumalı. Avusturya’ya, Kanada’ya, Güney Afrika’ya uzanmayı böyle görmeli, son on yıldaki daralmaya rağmen…
Hoca’da hiçbir şey değişmedi yaşı dışında. Değişimin tabulaştırıldığı bir çağda O ısrarla ve inatla değişmiyordu. Değişime kapalı olmak bir eleştiri sebebiyse savunularında sebat etmek de bir kararlılık göstergesiydi.
Hoca kırk yılı aşkın mücadelesinde fiziksel ve fikirsel anlamda yalnızlığıyla imtihan olurken biz de tarihe yön veren bir mücadele adamına hakkını teslim edip etmemekle imtihan oluyoruz.
Birçok kıymet, yitirildikten sonra anlaşılır. Erbakan’ın yanlışlıkları O’nun hakkını teslim etme haksızlığına sürüklememeli bizi.
Bir gün gelecek hepimiz O’nun için “çığırlar açan idealist bir insandı!” diyeceğiz, son tahlilde…
(Bu yazı 17.02.2011 yılında Erbakan Hoca'nın vefatından 10 gün önce timeturk sitesinde yayımlanmıştır.)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)