22 Ocak 2014 Çarşamba

Yetinmek!

Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde yaşlı bir çiftin evi geçenlerde yandı, bir tek canlarını kurtarabildiler. Türkiye genelinde yaşlı çift için yardım kampanyası başlatıldı ve 2-3 gün içinde hesaplarında 95.000TL para birikti…

Rivayete göre yaşlı amca hesapta bu denli para biriktiğini öğrenir öğrenmez basına açıklama yapıp; yardım edenlere teşekkür ederek bu paranın kendileri için yeterli olduğunu, daha başka para göndermemelerini duyurur

Bu hadiseden şüphesiz birçok ders çıkartılabilir; hayatın imtihan oluşu, yaşlılarımızın hal-i pür melali, yardımlaşma duygusu vb…

Radyoda haberi duyunca tüylerimi diken diken eden husus; her şeyini yitirmiş bir insanın, yaşadığı ağır mağduriyete rağmen ele geçirdiği imkan ile yetinmeyi bilmesiydi…

Yetinmek duygusunun, diğer adıyla kanaatkarlığın her babayiğidin harcı olmadığını bir kez daha anladım…

Demek ki bu duygu “büyük adam” olup fiyakalı takılmak ve etrafa caka satmakla elde edilebilecek bir haslet değilmiş…

Demek ki bu duygu “entelektüel” olup büyük laflar etmek ve yapmadığını söyleyerek ahkam kesmekle de ilgili değilmiş…

Ve demek ki bu duygu “zengin” olup şatafatlı yaşam sürmek ve altta kalanları unutmakla elde edilebilecek bir haslet hiç değilmiş…

Bu hadiseyi bir dostumla paylaştığımda, paradoksal biçimde yoksulların daha kanaatkâr olduğunu gözlemlediğinden bahsedince Peygamberimiz a.s.’ın hadisi geldi aklıma;

“İnsana bir vadi dolusu altın verilse iki vadi dolusu altın ister. İki vadi dolusu altın verilse üç vadi dolusu altın ister. Halbuki insana bir avuç toprak yeter."

Eviniz yanmış, kül olmuş; oluk oluk para akıyor hesabınıza ve siz biriken parayı duyunca “Bu bize yeter!” diyebiliyorsanız saygıdeğersiniz, erdemlisiniz…

Çünkü elinize geçen imkanla yetinmişsiniz…

Çünkü yaşadığınız mağduriyeti fırsatçılığa dönüştürmemişsiniz…

Çünkü daha fazlasını istememişsiniz…

Çünkü zor günler için “biraz daha, biraz daha…” diye mal yığmaya çalışmamışsınız…

Çünkü yardım edenlerin iyi niyetini suiistimal etmemişsiniz…

 …
Yetinmemek bir tür tatminsizlik halidir. Tatminsizlik iflah edilmesi zor bir hastalığa dönüştüğünde insanoğlu hem kendisine hem de çevresine zarar vermeye başlar…

İflah olmaz tatminsizliğimiz, cazibesine kapıldığımız modern yaşam biçiminin de bir sonucudur. Bu yaşam biçimi daha çok tüketmemizi, dolayısıyla daha çok edinmemizi salık veriyor bize. Daha çok tüketmek, daha çok edinmek beraberinde yetinmemeyi zaruri kılıyor…

Modern yaşam biçiminde yetinmek, kanaatkar olmak; cahillikle özdeşleştiriliyor, bir tür saflık olarak değerlendiriliyor, hatta “enayilik” olarak yaftalanıyor…

Eviniz yanmış, oluk oluk hesabınıza para akıyor ve siz “Ev almamız için bu para yeterli!” diyorsanız sizde sorun var demektir! “Akıllı” davranıp fırsatları kullanmadığınız için zekanızdan bile şüphe edilir…

Kanaat etmemek öyle bir hastalıktır ki; bu hastalığa düçar olduğumuzda sadece ev idaresinde değil tüm alanlarda tatminsizlikle yüzleşiriz.

Nitekim 17 aralık’ta gün yüzüne çıkan ve son günlerde ülkemizde ağır bir huzursuzluğa dönüşen sorunsalda da meselenin bir yönü yine yetinmeme, daha fazlasını isteme hastalığı ile ilgilidir…

Her şeyin daha fazlasını ister hale geldik; paranın, evin, derecenin, makamın, kıyafetin, aracın vb. en iyisini/en fazlasını istediğimiz gibi iktidarın da en fazlasını, tümünü ister hale geldik...

Her şeyin bize ait olmasını isterken zımnen tatminsizliğimizi deşifre ediyoruz…

Her şeyin bize ait olmasını isterken aslında Allah’ın taksimine rıza göstermiyoruz…

Her şeyin bize ait olmasını isterken aslında yetersizliğimizi sergiliyoruz…

Haliyle yetinen yaşlı çift gibi olmaya ihtiyacımız var!

Daha fazlası için yırtınmak yerine takdire boyun eğme mecburiyetimiz var!

Hz.Ömer Peygamberimiz’den rivayet ediyor; “Muhakkak ki bir kişilik yemek iki kişiye yeter, iki kişilik yemek de üç ve dört kişiye yeter. Dört kişilik yemek de beş-altı kişiye yeter!"

Evlerimizin, odalarımızın, mobilyalarımızın, hesaplarımızdaki paralarımızın bize yetmediği bir atmosferde;

Kanaatkâr olmaya ne de çok ihtiyacımız var!


(Bu yazı 22.01.2014 tarihinde 212haber Gazetesi'nde yayımlanmıştır)

11 Ocak 2014 Cumartesi

Ufka Bak!

Zor zamanlarda iki tür tavır takınırız; ya bilge insanlara başvururuz ya da taraflardan birine yaslanıp olayların akışına bırakırız kendimizi…

Bilge insanlarda enteresan bir derinlik var, eskiler buna feraset derler, "basireti açık olmak” da diyebiliriz. Günübirlik olayları bizler kadar bilemeseler de olup biteni iki cümlede özetleyebilirler…

Bir süredir ülkemizde yaşanan hadiselerle ilgili kafa karışıklığını gidermek için Üstad Sezai Karakoç’a başvurdum. Başvurdum dediysem yüz yüze değil, haftalık konuşmalarından internetteki en son konuşmasını dinledim, can kulağıyla…

En son Suriye ile ilgili Sezai Karakoç ters köşeye yatırmıştı bizi. Hepimizin direnişe, şehadete odaklandığı bir dönemde kardeşlikten bahsetmiş, yaşanabilecek drama işaret etmişti de topa tutmuştuk, hatırlayın. Çünkü bize göre Karakoç, en nihayetinde masa başından ahkam kesiyordu…

Sonuç?

Suriye her gün yanıyor…

Suriye hepimizi yakıyor…

Karakoç, Türkiye’de yaşanan hadiseleri de kardeşlerin anlaşmazlığı bağlamında değerlendiriyor. Bir hadisle başlıyor sözüne ve Müslümanlar birbirlerinin “elinden ve dilinden emin”dirler, birbirlerine zarar vermezler diyor…

Acınası halimize atıfta bulunuyor, insanoğlu “hem kendini hem de başkasını yakabilir” diyor…

Bilge insanların okumaları günübirlik değil, bunun için 100 yıllık geçmişten bugünü yorumluyor Karakoç. Nice tezgah ve kaos ortamlarının söz konusu olduğunu, nice fetret dönemlerinin yaşandığını ama sabredildiğinde hepsinin atlatılıp yeni bir merhaleye geçildiğini/geçileceğini anımsatıyor bize…

Kışkırtıcılara prim verdiğimiz ve olayları sükûnetle karşılamadığımız takdirde herkesin bundan zarar göreceğini söylüyor. En çok da aydınların ve gençlerin sükûnetini arzuluyor…

Adeta ayetteki akılsızlığımıza değiniyor;

“İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım!”

Oysa biz sükûnet deyince, itidal deyince en yakın dostlarımızın nasıl rahatsız olduğunu yaşıyoruz bugünlerde. Her kavgada en şedit taraflarımızla gurur duyuyoruz, vasata çağırana kem gözle bakıyoruz. Kışkırtıcılığın, borazanlığın destek gördüğünü acıyla seyrediyoruz…

Aceleci yaratıldığımızı Rabbimiz söylüyor. En aceleci tarafımızla kesin hükümler vermeye meylediyoruz, zorlanıyoruz. Aksine Karakoç “fitne” vurgusu yapıyor, fitne ateşinin herkesi yakacağını hatırlatıyor. Bir tarafı fitneci olarak damgalamanın kolaycılığına kaçmamayı öneriyor…

Bu gün sıkça kullanılan ifadeyi de kullanıyor Üstad, “dış güçler” diyor. Ama topu dış güçlere atmak yerine “ihtilaflarımızı çözmezsek dış güçler bu ihtilafları arttırmak için çabalar” diyor, kendi muhasebemize çağırıyor…

Karakoç, bu tip ortamların umutsuzluğa sebebiyet vereceğini hatırlatıyor bize. Bu çekişmeleri bırakıp ruhumuzu diri tutmamız gerektiğini söyleyerek tarihi bir okumayla umuda çağırıyor bizi; Moğol istilasıyla, Yunan felsefesiyle, Haçlı istilalarıyla yüzleşmemizin medeniyetimizi yeniden canlandırdığını, son 200 yıllık sıkıntının da yeni dirilişlere vesile olacağını, bunun için fitneye kapılmadan fetret dönemlerini sükûnetle atlatıp uzun vadeli bakmamız gerektiğini ve medeniyete çalışmamız gerektiğini anlatıyor uzun uzun…

En önemlisi kardeşliğe vurgu yapıyor Üstad, “Yakın ya da uzak geleceğimizde yan yana geleceğimiz insanlarla birbirimizin yolunu kesmeyelim, geçici kayıplara üzülmeyelim…” diyerek meselenin özüne temas ediyor…

Velhasıl, iki haftadır yarım yamalak söyleyebildiğim, belki çelişerek söylediğim hususlarda Sezai Karakoç tam anlamıyla duygu ve düşüncelerime tercüman oluyor. Bir kez daha anlıyorum ki “Alimin ölümü” bunun için “alemin ölümü” anlamına geliyor…

Kendi gömüldüğümüz karanlıktan sıyrılıp ufuktaki “parlak İslam güneşi”ni görmemizi istiyor Karakoç ve Fransız filozof Alain’den aktarıyor;

“Melankolik! Ufka Bak!” 


(Bu yazı 11.01.2014 tarihinde 212haber Gazetesi'nde yayımlanmıştır)