27 Şubat 2011 Pazar

Vefatın ümmeti birleştirir mi?

İki hafta önce yazdığımız “Erbakan’ı Doğru Anlamak” isimli yazıyla ilgili Ortaasya’da bir dostumuz, yazının yarım kaldığını söylemişti…
Yarım kalan yazıyı “Büyük İnsan”ı kaybedince kaleme almak nasip olacakmış…
Ben bir öğrencin olarak şahidim ki;
Sen iyi bir Mü’min, iyi bir dava adamı, iyi bir mücahittin…
Dağ taş da buna şahitlik edecek…
Hiç kimse anlamasa da tarih anlayacak…
Türkiye’nin siyasal tarihine rengini vermekle kalmadın, şekillendirdin!
Erdoğan’dan Gül’e, Arınç’tan Şahin’e hepsi senin ürünündür!
Kurtulmuş’tan Şenere, Özal’a kadar hepsinde senin izin var!
Sen sadece siyasetçilere ilham kaynağı olmadın;
Hüseyin velioğlundan Mehmet Güney’e, Bülent Yıldırım’dan Abdullah Sevim’e, kanaat önderlerinden aydınlara, STK temsilcilerinden sendikacılara, diplomatlardan gazetecilere…
Doğru ya da yanlış ama hepsinde izin var Hocam!
Gençleri ne de çok severdin!
Gençler seni ne de çok severlerdi!
Bugün en şatafatlı programlarını erdeme tercih edenler, senin gençler için devlet protokolünü hiçe saymanı görselerdi utanmazlar mıydı!
Başbakan, programının bir-iki dakikasını senin vefatına ayırırken bu duyguyu unutmuş muydu acep…
Bir şubat soğuğunda ayrıldın aramızdan…
Öğrencin Metin yüksel dört gün önce şehit olmuştu, Salı günü getirileceğin Fatih camisi avlusunda.
Yarın seni doğru anlayıp da zihniyetine tahammül edemeyenlerin post-modern darbesinin yıl dönümü olacak, ne de manidar değil mi!
Sen Rabbine yolculuk ederken Libya’da sana seviyesizce davranan Kaddafi, tepetaklak devrilecek!
İslam birliğini savundun, başaramadın gibi göründü ama Türkiye’de bu işi senin ruhunla ve rüzgarınla sürdürenler Kuzey Afrika’ya, Ortadoğu’ya ilham kaynağı oldular.
Tunus’u Mısır’ı sarstılar, Bahreyn Yemen var sırada…
Daha sıra kime gelecek bilinmez ama sen olsaydın en çok da alanlarda kazanılanın masada kaybedilmemesine vurgu yapardın...
Gittin aramızdan ama ruhun bizimle olacak!
Çünkü seni özetleyen en anlamlı sıfat “Mücahit”ti…
Cihad’a inandın, “nefesin sonuna kadar verilmesi gereken bir mücadele biçimidir cihad” dedin…
Şahidiz ki Ey Rabbim;
Son nefesine kadar cihatla uğraşmıştır Büyük İnsan…

Son on yılımız küçük kavgalarla geçti…
Sen ayrılınca umarız ki ruhun büyük devrimlere kapı aralar…
Mustafa kardeşim vefatını duyurunca arındım, iki rekat namaz kılıp ruhuna Fatiha okudum…
Eşim “ağlıyor musun?” diye sorunca “O, arkasında ağlanılacak değil gurur duyulacak bir liderdi!” dedim…
Ağlamayacağım arkandan, ruhumun gözyaşlarını, mücadeleni yaşatmaya dökeceğim…
Sen seni de aşan bir davanın motoru oldun.

Motor fabrikanla, arabanla dalga geçtiler.

Motor yaptırmadılar sana ama sen ümmete motor oldun…
Hep derdin ya “hayra motor, şerre fren!”…
Ey güzel insan,
Beni vefat haberinden sonra en çok ne heyecanlandırdı bir bilsen!
İslam Birliği!
Libya’dan güzel haberler beklerken, tüm dünya Müslümanları coşmuşken, senin hep hayalini kurduğun ve ütopik olmakla suçlandığın ümmet birliği anlayışı yeniden canlanmasına heyecanlandım..
Kuzey Afrika-Ortadağu hattında kırk senaryo kurulurken “En büyük Hesap Sahibi” vefatını berekete dönüştürür mü?
Neden olmasın!
Erdoğan’la Kurtulmuş, Gül’le Şener, Arınç’la Kamalak yeniden ele ele tutuşsalar…
Misak-ı Milli sınırlarını aşan bir sinerjiyle Mısır’da İhvan’la, Tunus’ta Nahda’yla el sıkışsalar…
Libya’daki Türkleri kurtarmak kadar direnişe de selam dursalar…
Ortadoğu’da, Ortaasya'da sünniyle de şiiyle de kucaklaşsalar…
Karadavi’yle, Haniye’yle, Kebiri’yle hasbihal etseler…
Molla Bahri’nin dizinin dibinde dua etseler…
Ne güzel olur değil mi!
İşte Hoca tam da böyle bir çılgındı…
Ama daraltılmış kısır bir siyasetten ütopik görünen aşkına ulaşamadı…
O büyük insanın hatırına;
Cenazede buluşalım!
Her coğrafyadan gelelim, her partide analım, her dergahta dua edelim, her kurum ve kuruluşta yeniden muhasebe edelim…
Ortaasya’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Avrupa’ya yeniden birliğe uzanalım...

(Bu yazı 27.02.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)

23 Şubat 2011 Çarşamba

Ortaasya'ya nasıl bakmalı? (1)

Önceki yazılarımızdan da hareketle Orta Asya’yı bir parça bildiğimizi ve anlama gayreti içerisinde olduğumuzu varsayarak, “Orta Asya’ya nasıl bakmalı?” sorusuna cevap aramaya çalışacağız.

Bazı okuyucularımızın tartışmaya açtığı kavramsallaştırma sorununu şimdilik bir tarafa bırakarak Orta Asya diye ifade etmiş olduğum bölgeyi doğuda Çin’le, kuzeyde Rusya’yla, güneyde Afganistan’la ve batıda Ukrayna’dan Türkiye’ye uzanan hatla sınırlandırmış olalım.

Dolayısıyla büyük ölçüde etnik olarak Türk olan ama mikro milliyetçiliğin de yayılmasıyla daha farklı kimlik tanımlamaların söz konusu olduğu, ama aslında en büyük ortak paydası Müslümanlık olan bir coğrafyadan ve halklardan bahsediyoruz.

Müslümanlık ortak paydasına rağmen bu coğrafya İslam Dünyası diye adlandırdığımız ana kütleye bir hayli uzak kalmıştır. Bu uzaklık, coğrafi uzaklıktan çok iletişim kopukluğuyla ilgilidir. 

Uzaklığın sebepleri üzerinde uzun uzun mütalaa yapılabilir ama görebildiğimiz kadarıyla iletişim kopukluğundaki en temel sebeplerden biri, Doğu yerine Batı’nın birçok açıdan cazibeli oluşudur. 

Hatta Rusya gibi, Müslümanlarla ilişkisi geçmişte sorunlu bir ülke bile paradoksal biçimde, İKÖ’yle ilişkiler konusunda Orta Asya devletlerine göre daha aktif olabilmektedir. Tam da bu noktada Üstad Karakoç’u bir kez daha anıp, “altı kardeşi Batı tarafından yutulmuş yedinci ve doğuya yönelmiş çocuğun masalı”na kulak vermeliyiz…

Örneğin, Basmacılar hareketini kaçımız duymuştur?

Basmacılar, 20.yy’ın başlarında gerçek bir direniş örneği sergilemişlerdir bu coğrafyalarda! 

Enver Paşa’yı oralara taşıyan işte bu potansiyeldir! 

Orta Asya coğrafyası kendi içinde ilmi, irfanı ve direnişi yaşatmıştır ama bizler Mısır’da on kişiden oluşan bir cemaat yapılanmasından bile pürdikkat haberdarken bu coğrafyanın tarihine dair ne de az şey bilmişiz!

Orta Asya’da son birkaç yüzyıl içe kapanmakla geçmişse, son yüzyıl da baskıyla örtülmeye çalışılmıştır. 

Semerkand’da Buhara’da hatta Tursunzade köylerinde dolaştığınızda dilden dile dolaşan Basmacıların direnişiyle insanların büyüdüğünü ve inançlarını koruduklarını görürsünüz. 

Bunun içindir ki Enver Paşa, bu coğrafya için anlamlıdır. Çünkü O, Türk ya da Turancı olmaktan daha çok Basmacıdır bu coğrafyalarda. 

Ve son tahlilde, bu direnişçilerle beraber Pamir eteklerinde canını vermiştir…

(devam edecek…)

(Bu yazı 23.02.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)

17 Şubat 2011 Perşembe

Erbakan'ı Doğru Anlamak

Hayata çılgınca baktığım lise çağlarımda Naim Abi’yle Erbakan Hoca’nın İslam Dünyası’ndaki konumunu tartışırdık. O beni Erbakan Hoca’nın tüm dünya liderliğine ikna etmeye çalışırken ben ise Hoca’nın basit cümlelerine takılmıştım. Kitaplar deviriyordum ve kitaplardaki güzel cümlelerle Hoca’nın espriye boğulmuş konuşmaları arasında bir türlü uzlaşı sağlayamıyordum…

Lise son sınıfta Faik Abi girdi devreye ve yolumuz Balgat’ta tipik pansiyon formatında düzenlenmiş Eğitim Merkezi’nde kesişti Erbakan Hoca’yla. 

Çılgın bir adamla tanıştım o gün. Olabildiğince otoriter, olabildiğince devrimci…

“Bir numara olacaksınız! Her ne iş yapıyorsanız yapın ve her ne iş yapacaksanız yapın bulunduğunuz ortamın dominantı olacaksınız! Dağdaysanız çoban, köydeyseniz muhtar, okuldaysanız sınıf başkanı…”

“Sağlık için günde şu kadar saat uyumalı…” direktifleriyle tanışmamıştık, deli kanımızla çılgınlar gibi bütün dünya (hem de yarından da yakın) bizim olacakmışçasına oradan oraya koşturuyorduk. Hem büyüklerimizin hem de bizim kuşağın fitilini ateşliyordu Erbakan Hoca…

Hoca sadece mücadele fitilini ateşlemekle kalmayıp tüm yaşamımızın programını oluşturmaya çalıştı. Belki birileri bunu bir tür mühendislik olarak değerlendirecek ama insafla 30-40 yıl öncesinin konjonktürüne dönülebilse, sesini çıkartamayan ve kendini gizlemek için kırk takla atan bir kitleye verilen mesajın büyüklüğüyle karşılaşılacak…

İlmi salt rızık endişesiyle öğrenen Babam, bir gün şehre gelen “Erbakan isimli zat”ı dinleyerek hayatını anlamlandırmıştır. Cumhuriyetle sindirilmiş sessiz çoğunluğun ses vermesini sağlayandır Erbakan. Bugünlerde özgürce Gazze için Mısır için ses verebilen toplulukların mimarıdır O…

Adalet hakkı teslim etmekse; en büyük adaletsizlik de bir sürecin kurucularını es geçmektir. Veya bir başka açıdan bakarsak; birkaç eksiklik üzerinden bir değeri yok saymaktır. Erbakansız Türkiye’deki İslamcıların/dindarların siyasi-sosyal-ekonomik mücadelelerini doğru anlamış olmayız. Erbakansız Ak Parti’yi de doğru anlamış olmayız. Ve Erbakansız Tunus-Mısır ve Ortadoğu’daki gelişmeleri de eksik anlamış oluruz…

En son birkaç yıl önce görüştüğümüzde de Hoca’dan yine Balgat’ta dillendirdiği cümleleri duydum. “Cihad bir vakitle sınırlı değildir! Ömrün sonuna kadar verilmesi gereken bir mücadeledir! Ve cihad, artık/boş zamanlarda verilmesi gereken bir uğraş değil, en verimli vakitlerimizdeki çabalarımızdır…”

Küreselleşen çağı önceden öngörmüşçesine her bir organizasyona sınırlar aştırandır Hoca. Kırgızistan’da ilk adil düzen uygulamalarını, Pakistan’la, Mısır’la tecrübe paylaşımını böyle okumalı. Avusturya’ya, Kanada’ya, Güney Afrika’ya uzanmayı böyle görmeli, son on yıldaki daralmaya rağmen…

Hoca’da hiçbir şey değişmedi yaşı dışında. Değişimin tabulaştırıldığı bir çağda O ısrarla ve inatla değişmiyordu.  Değişime kapalı olmak bir eleştiri sebebiyse savunularında sebat etmek de bir kararlılık göstergesiydi.

Hoca kırk yılı aşkın mücadelesinde fiziksel ve fikirsel anlamda yalnızlığıyla imtihan olurken biz de tarihe yön veren bir mücadele adamına hakkını teslim edip etmemekle imtihan oluyoruz.

Birçok kıymet, yitirildikten sonra anlaşılır. Erbakan’ın yanlışlıkları O’nun hakkını teslim etme haksızlığına sürüklememeli bizi.

Bir gün gelecek hepimiz O’nun için “çığırlar açan idealist bir insandı!” diyeceğiz, son tahlilde…

(Bu yazı 17.02.2011 yılında Erbakan Hoca'nın vefatından 10 gün önce timeturk sitesinde yayımlanmıştır.)

10 Şubat 2011 Perşembe

Ortaasya ile tanışmak

Tarih bölümünde okurken Ortaasya Tarihi derslerini bir türlü sevemedim. Belki de hocamızın kendini Atilla’nın atının kuyruğunun bağlanış biçimine, kımızın lezzetlerine, kafatası ölçümlerine odaklamasıydı beni bu derslerden soğutan.
“Ümmet” kelimesi ile “Ortaasya” kelimesi birbirine tezat algılanmaktaydı o hızlı dönemlerimizde ve Doğu’nun ortasının cazibesi ve sıcaklığı Asya’nın ortasının uzaklığına ve soğukluğuna galebe çalmaktaydı…
Gün geldi, en hoşlanmadığım dersle imtihan oldum ve Ortaasya’nın havasını teneffüs ettim yıllarca. En önemsiz gibi gelen nice bilgileri tek tek yaşadım. Faydasız zannettiğimiz bilgilerin bile günü ve zamanı geldiğinde yüzyüze kalacağımız gerçeklikler olacağını anladım.
Atilla’nın, Timur’un at koşturduğu vadilerin, çöllerin ve dağların İbn Sina’ya da meskenlik ettiğini, Mevlana’yı doğurduğunu, Buharîlere ev sahipliği yaptığını yakinen yaşadım ve bir coğrafyanın bizim merkezimize uzak olmasının verimsizlik algılamasına gerekçe olamayacağını anladım.
Hani şehirlerin ruhu olduğunu söyleriz ya; bu coğrafyada her şeye rağmen ruhu bir kalıba oturmuş, dinginlik ve sükûnetle yoğrulmuş şehirler tanıdım. Mekke’de, İslamabad’da, Bosna’da, İstanbul’da, Diyarbekir’de, Gazze’de dolaşmakta olan ruhun, Semerkand’da da, Buhara, Hojand ve Celalabad’da da dolaştığını anladım.
Beş yıl önce ilk seyahatimden önce birkaç okuma yapmak istedim. Ortaasya’nın son 75 yılına rengini vermiş olan Rusya’ya ve tarihine dair kayda değer eser bulamayarak ilk şoku yaşadım. Oysa yanı başımızda onlarca Batı Tarihi çalışması vardı. Bir yönümüze (Doğu’ya yani) ne denli kapalı olduğumuzu ve bir yanımın eksikliğini anladım.
Yıllarca nice güzel insanlar tanıdım bu coğrafyalarda. Beraber gülebildiğimiz, beraber eğlenebildiğimiz ve beraber ağlayabildiğimiz ortak değerlerimizin çokluğunu gördüm. Algılamalarımızın tersine bu ortak alanları şekillendirenin etnik yapı değil İslam kültürü olduğunu anladım.
Alnında secde izi olan, yüzüne baktığınızda size Allah’ı hatırlatan, İstanbul ve Diyarbakır’da yaşadığım kardeşliğe eş yüreği cesur dostlar tanıdım. Ortaasya’ya kapalı bir kardeşliğin eksik kalacağını anladım.

Uzaktan gazel okuduğumuz ya da gazel okumaya dahi gerek duymadığımız Ortaasya ile tanışırken Ümmet’in diğer bir parçasına uzaklığım(ız)dan utandım. Bu coğrafyaya Atilla’nın atını kutsayarak bakmak kadar “hiç bakmama”nın da yanlışlığını anladım.

(Bu yazı 10.02.2011 tarihinde Timetürk'te yayımlanmıştır)

2 Şubat 2011 Çarşamba

İsyan Ortaasya'ya da sıçrar mı?

Ortaasya sokaklarında gezerken garip bir sükûnet hissedersiniz. Bunca yoksulluğa ve bunca daraltılmışlığa insanlar nasıl tahammül eder diye merak edersiniz.
Bölgeye gelen her arkadaşımın/misafirimin gözlemi yaklaşık olarak bu şekildedir.
Yoksulluğu kader, ezilmişliği ise Rus emperyalizmi ile açıklamak (bölgede yaşıyorsanız) sağlıklı bir çözümleme değil. Günlük geliri 3 dolar olduğu söylenen Mısırlı çoğunluğa karşın, çoğunluğu 2 dolardan az gelire sahip bir coğrafyadan bahsediyoruz.
Zengin kaynaklarına rağmen sıkıntı yaşayan insanlar topluluğunu görünce ya da tersinden bakınca azınlık bir gurubun lüks yaşantısını görünce yoksulluğu kader ile açıklamanın zorluğu daha iyi anlaşılıyor.
Türkiye’den bakınca yoksulluğun ve ezilmişliğin faturası en kısa yoldan Rusya’ya çıkartılır. Çünkü Rusya “kominist”tir, çünkü Rusya Çeçenlere zulmetmektedir, Çünkü Rusya yıllarca buraları sömürmüştür…
Fotoğrafa içerden bakınca Rusya’dan çok mevcut sistemleri ve sistemlerin ürettiği insanları masaya yatırmak gerekir. Belki de yine tersinden bakınca mutlu azınlığın ürettiği sistemi…
Her biri ayrıntılı değerlendirme gerektiren yukarıdaki problematikleri bir süreliğine ötelersek; bugünkü fotoğrafta en net göreceğimiz şey yoksulluk ve ezilmişlik olacaktır. 
Ve bunun getirdiği mutsuzluk…
İşte bu mutsuzluğu Tunus, Mısır, Ürdün sokaklarındaki psikolojiye benzetiyorum.
Mısır’da gördüğüm mezarlıklardaki kulübe evlerle Ortaasya’da gördüğüm derme çatma barınaklar arasında fark yok. Hatta “barınaksızlar”ın (evsiz değil)  oranına da bakınca daha kötü bir tabloyla karşılaştığımızı bile söyleyebiliriz.
Mısır’da sokakta yürürken insanların bakışlarında/görünüşlerinde hissettiğim yoksulluk ve ezilmişlikle Bişkek, Duşanbe hatta Belarus-Moskova sokaklarında hissettiklerim pek farklı değil.
Bir toplumu kişi başına düşen GSMH’lı rakamlarla ifade etmek yalnız başına bir anlam ifade etmiyor. Olması gerekenle olan arasındaki kıyastır insanları yoksullaştıran ya da ezilmiş kılan.
Ortaasya’yı büyük ölçüde Rusya’nın hinterlandı olarak değerlendirmek gerekir. Rusya büyüyor, Rusya toparlanıyor ama bir taraftan da Rusya sosyal anlamda çöküyor. Rusya’yı bugünlere getiren günah keçisi ilan ettiğimiz “kominizm”in sosyal başarısıydı.
Ekonomik olarak büyüyor Rusya ama sosyal olarak sıkıntıda. Bu sıkıntılar 2 ay önce “Kafkaslarla Nasyonalistler” arasındaki etnik çatışma gibi gösterdi kendini ve geçen hafta Domodedova Havaalanında 35 insanın ölümüyle sonuçlanan intihar saldırılarıyla neticelendi.
Ve dün en büyük iki şehir olan Moskova ve St. Petersburg'da “gençler”in gösterileri oldu. Gençlere vurgu yaptım çünkü Kuzey Afrika hattındaki isyanla en benzeşen sembolik yön budur.
Aynı paralelde değerlendirebileceğimiz 2010’daki Kırgız devrimi ve daha geçen hafta istifa eden 2 bakanın koalisyonu tehlikeye düşürmesi…
Son Belarus gösterileri, gözaltılar ve AB tarafından devlet başkanı Lukaşenko’nun tüm mal varlığına el konması…
Ya da (geçmişte gündemde olmuş olsa da) daha dün Kazakistan Cumhurbaşkanı’nın erken seçim kararı alması, Özbekistan’daki gergin atmosfer, Azerbeycan’da bir süredir oluşan tepki üzerine küçük reformist atraksiyonlar…
Yukarıdakilere benzer onlarca örnekleme yapılabilir ama önemli husus, Rusya ve hinterlandı olan Ortaasya coğrafyasındaki derin rahatsızlığı görebilmek ve doğru okuyabilmektir.
Başa dönersek;
İsyan Ortaasya’ya sıçrar mı?
Elcevap;
Böyle giderse Ortaasya muhakkak isyan eder!
Bu isyan Tunus-Mısır gibi devletlerden mi ateşini alır yoksa kendi içinden mi bilinmez.
Diğer bilinmeyen de isyanın ne zaman olacağı?
Yarın mı? Bir yıl sonra mı? Beş yıl sonra mı?
Kesin olan şu ki;
Bu terazi bu sıkleti kaldırmaz! 

(Bu yazı 02.02.2011 tarihinde Timetürk sitesinde yayımlanmıştır)