26 Aralık 2014 Cuma

STK’larda Gençlik Patlaması!

Geçen haftaki yazımızda Cumhuriyet sonrasında cemaatlerin/STK’ların misyonundan hareket etmiş ve günümüze geldiğimizde en önemli sorunlardan biri olan iktidar ile ilişkiler boyutunu değerlendirmiştik.
Yazımızı bağlarken STK’ların son yıllardaki eğilimleri ve problem alanları hakkında yazacağımızı belirtmiştik. Bu yazıda STK’larımızın gençlik çalışmalarına olan ilgisine yoğunlaşacağız.
Dünyadaki cemaat ve hareketlerin en önemli insan kaynağını gençlik oluşturur. Bu sebepledir ki kendi bünyelerinde gençlik örgütlenmelerine ehemmiyet verirler. Cemaatlerin STK’ya dönüşmesinden bahsedebileceksek gençlik çalışmalarını yapısal olarak nasıl konumlandırdıkları önemli bir sorun alanı oluşturmaktadır.
60’lı ve 70’li yıllarda görece daha ideolojik bir gençlikten söz edilebilirken 80’li yıllarda ülkemizde darbenin de etkisiyle gençlik çalışmaları daha düşük yoğunlukta devam etti. Önemli bir husus da şuydu; 80’li yıllar önceki yıllara göre İslamcı gençliğin daha etkili olmaya başladığı dönemlerdi.
Soğuk savaş sonrası dönem olarak da adlandırdığımız 90’lı yıllar liberalizmin de etkisiyle gençlerin ideolojiden arındı(rıldı)ğı dönem oldu. Bu dönemin sonlarına doğru İslamcıların da bir kısmı ideolojilerin sakıncasından bahsetmeye başladılar.
2000’li yıllarda ise ideolojilerden tamamen uzaklaş(tırıl)mış, liberal kapitalist dünya görüşünün cazibesine teslim olmuş bireyselliği aşırı belirgin, ben merkezli bir gençlik yaygınlaştı.
Yaklaşık 2010 yılına kadar gençliğin yaşadığı bu serüven İslami camianın STK’larını ciddi olarak rahatsız etmedi.
İslami camiada gençliğin hali pür melali, cemaatle ak parti arasındaki üstü örtülü gerginlikte hissedilmeye başlandı ve Gezi Parkı olaylarından sonra ise birçok cemaat/STK alelacele gençlik meselesini gündemine aldı.
Tabi işin içine girince bambaşka bir gençlikle karşı karşıya olduğumuz anlaşıldı. X, Y, Z kuşakları çarşaf çarşaf yeniden ele alındı. Uzmanlar sahneye çıktı ve yığınla çözüm önerisi sundu.
Derken Gezi Parkı’na karşı “evde tutulamayan %50” apar topar gençlik çalışmalarında boy gösterdi. Gençlik çok çok önemliydi. Gençlik geleceğimizdi. Gençlik olmadan geleceğimizi koruyamayacağımız gibi, görüldüğü üzere bugünümüzü de koruyamayacaktık.
Bir gece yarısında Gezi Parkı’nda gencecik ortaokul/lise öğrencilerinin, imece usulü barikatlara tuğla taşıdıklarına şahit olmuştum.  Onbeşinde gençler büyük bir aşkla militanlığın, devrimciliğin hazzını yaşarken İslamcı camianın gençleri geniş bir boşlukta dolanıp duruyorlardı. Bir dönemin mücahitlerinin çocukları eğlence mekanlarının “islami”liğini dahi önemsemeden dünyeviliğin hazzını yaşıyorlardı.
Akabinde 17-25 Aralık hadiseleri patlak verince İslami camianın kendi içinde de gençlik problemi olduğu ortaya çıktı. Evlatlarını ahlaklı yetişsinler diye Cemaat okullarına verenler bir anda alternatif arayışına girdiler. Bu gençlikle Cemaat ilgilenmeyecekse kim ilgilenecekti?
İşi gençlik olan ve geleneksel olarak on yıllardır düşe kalka da olsa gençlik teşkilatları olan yapılar çalışmalarını sürdürseler de bu dönem safların daha sıklaştırıldığı, tarafgirliklerin daha önemli olduğu bir dönem olarak değerlendirildiğinden tam biat etmiş gençlik teşkilatlarına ihtiyaç duyuldu.
Bu alanda birçok teşebbüs oldu. Teşebbüslerin çoğu başarısızlıkla sonuçlandı. Geleneksel örgütlenmeler güçlerini istikrarlı ama yavaş yavaş arttırırken anlık parlayıp piyasaya çıkan gençlik STK’ları çoğunlukla akamete uğradılar.
Aslında paradoksal biçimde kendi içinde gençleşemeyen STK’lar aynı kurumun isminin başına “genç” lakabını getirerek gençlik problemini hallettiklerini düşündüler. STK’ların yaş ortalamasını düşürüp o STK’yı doğal gençlik teşkilatına dönüştürmek mümkünken çözümü tutarsız bir şekilde uzakta aradılar.
Son 2-3 yılda İmam Hatip okullarının önü açılınca İslami camianın önüne koca bir dindar gençlik kitlesi çıkıverdi. Bu alan ihmal edilemezdi. Dolayısıyla acilen bu okullarda gençlik çalışması yapılmalıydı.
Bir dönem bütün bir İslami yaşam biçimi nasıl başörtüsü üzerinden değerlendiriliyorduysa artık İslami yaşam biçimi gençlik üzerinden değerlendirilebilirdi. Nitekim düşünsel sorunlarımız da kalmamıştı. Tek bir sorun alanı vardı şimdi; gençlik. Ve o gençliğe biz el atmalıydık, bu işi en iyi biz yapardık. Biz el atmazsak gençler beceremezdi, ellerine yüzlerine bulaştırırlardı. Nasılsa on yılların tecrübesi vardı bizde.
Kendi dönemlerinde onsekiz-yirmili yaşlarda gençlik liderliği yapan abiler/ablalar bir türlü güvenebilecekleri genç bulamadıkları için ellili yaşlarda bile gençliğin meselelerine hükmediyorlardı.
Tabi bu süreçte gençlerin önemli bir kısmı da Suriye ve Irak’a cihada gidiyorlardı. Bir yandan kendini feda edenler diğer taraftan ne yapacağını bilemeden o STK senin bu STK benim arafta dolaşanlar.
Böyle bir atmosferde Ruşen Çakır bir röportajında İslami camianın çocuklarının geleceği ile ilgili öngörülerde bulunuyordu. Cemaat’e mensup ailelerin çocuklarının şeffaf olmayan büyüklerinin utancını kaldıramayacağını, Ak partiye mensup ailelerin çocuklarının ise yolsuzluk yükünü kaldıramayacaklarını anlatıyor ve bunun sonunda gençlerin ya selefilik gibi daha rahatlatıcı tercihlere kayacaklarını ya da bütünüyle cemaat ve cemiyet işlerinden uzaklaşıp bambaşka hayatlar süreceklerini anlatıyordu.
Gençlik elden gidiyor, doğru ama galiba gençleri STK’lara hapsetmek de mümkün değil. Gençlik STK’ları ya kurar ya da aşar. Bu fırsatı vermediğimiz gencin STK ile ilişkisi burs ve barınak ilişkisi olur. Bu yapılacaksa çok gerekli değil çünkü bunu en iyi yapanların gençliği de arızalı çıktı ve 2-3 yıldır problem üstüne problem yaşanıyor.
Gençlik modasına kapılıp STK kuran ya da gençliğe el atmaya çalışan STK’larımız öncelikle işin ontolojisini masaya yatırıp genç kimdir/nedir? sorusundan işe başlamalılar.

“Gençlik için kurulan STK” ile “gencin kurduğu STK” meselesi bu işin hülasasını oluşturur. Gencin kurduğu STK müstakildir, çoğu zaman muhaliftir. Gençliği kontrol altına alma ve yönlendirme amaçlı kurulan STK’lar özü itibariyle “gençlikten uzak” ve “gençliğe uzak” STK’lar haline gelirler.

(Bu yazı 26.12.2014 yılında Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)

19 Aralık 2014 Cuma

STK'ların Dönüşümü

Sivil toplum kuruluşlarının dönüşümünden bahsederken İslami hassasiyetleri ön planda olan cemaat veya gurupların yürüttüğü dernek, vakıf, sendika benzeri kurumsal yapıları olan organizasyonları ele almaya çalışacağım.
“İslami” sıfatını her şeye rahat uyguladığımız gibi bu organizasyonlara da kısa yoldan uygulayarak “İslami STK” ifadesini kullanabilirdik ama bunun ayrı ve uzun bir tartışma konusu olması dolasıyla şimdilik en baştaki kısa girişle yetineceğim.
Yakın zamanda Türkiye’de “cemaatlerin NGO’ya evrilmesi” tartışmaları çokça yapıldı. Bugünkü anlamıyla STK dediğimiz olgunun liberalizm düşüncesinin önemli sacayaklarından biri olduğu, STK’ya evrilmenin liberalizme evrilmek anlamına geldiği tartışmaları en önemli merhalelerindendi.
Bu gün konuştuğumuz anlamıyla STK’ların, Osmanlı döneminde neye tekabül ettiği de ayrı ama önemli bir husus olarak tartışılageldi. Tekkeleri ve zaviyeleri buna örnek gösterenler olduğu gibi ahilik teşkilatını da buna delil gösterenler oldu.
Cumhuriyet’e geldiğimizde ise Osmanlı’dan kalan sivil hayatın İslamileşmesine ilişkin organizasyonlar ya kapatıldı ya da yer altına çekilmek zorunda kaldı. 50’li yıllardan itibaren İlim Yayma, Önder gibi bazı dernek ve vakıflar legal biçimde ortaya çıkmaya başladı. 70’li ve 80’li yıllarda ise ağırlıklı olarak Milli Görüş hareketi çevresinde muhtelif alanlarda dernekler, vakıflar ve sendikalar üzerinden faaliyetler yürütüldü.
90’lı yıllara kadar bu oluşumlar birer STK hüviyetinden çok cemaat ya da hareketlerin sivil alana nüfuz etme, bu alanı kontrol etme ve iktidara aracı etme şeklinde ilerledi. Özellikle 2000’li yıllar ise STK’ların ve STKcılığın hızla arttığı, artık tamamıyla cemaat kontrolünde değil bireysel ve küçük guruplar halinde de icra edilebilen görece bağımsız bir merhale yaşandı.
İHH’nın tarihi bu yönüyle bakıldığında STK’ların değişim ve dönüşümünü en iyi anlatabilecek örneklerden biri sayılabilir. Milli Görüş hareketi bünyesinde kurulan İHH, zaman içinde önce bağlı olduğu Avrupa İHH ile arasına mesafe koymuş, 28 Şubat sonrasında Milli Görüş’ün siyasi partileri ile mesafeli bir ilişkiyi devam ettirmiş ve 2000 sonrasında ise STK olmanın asgari gereklerini yerine getirebilen uluslararası STK hüviyetine bürünmüştür. Şu haliyle İHH’nın modern anlamda bir STK mı yoksa hareket mi, cemaat mi olduğu konusu bir süre daha net ifade edilemeyecek bir vakıa olarak önümüzde durmaktadır.
Bu vakıanın henüz tamamlanmadığı, cemaat olmak ile STK olmak arasındaki gitgellerin bahsettiğimiz örnekler dahil çok fazla yapıda yaşanmaya devam ettiğini ve devam edeceğini söyleyebiliriz.
Cemaat mi kalınacağı yoksa STK mı olunacağı meselesi diğer taraftan STK’ları akıbeti belirsiz bir alana doğru sürüklemektedir. Her bir cemaat her alanda STK kurmaya çalıştığından uzmanlaşma ve odaklanma yerine herkesin her işi yaptığı bazı işleri de hiç kimsenin yapmadığı bir tablo ortaya çıkmaktadır.
“İnsani yardım” alanı İslami camianın en yoğun ilgilendiği alanların başında gelir ve adeta her cemaat ve gurup bu bu alanda STK kurmaktadır. Çünkü insani yardımla uğraşmak kamuoyu algısı itibariyle de ekonomik olarak da rahat yürütülebilen bir çalışmadır. Aynı zamanda küreselleşme ile beraber sınırötesi faaliyet yürütmenin de önemli bir aracı olarak görülür.
Son on yılda hemen her cemaat bu alana girmeye başlayınca çok abartılı uygulamalarla karşılaşıldı. Geçen yıl küçücük bir Afrika ülkesine neredeyse bir uçak dolusu insanın kurban yardımı götürmesi, bu durumun en sembolik örneği olarak anlatılır.
Aslında sivil toplum alanında yaşanan bu değişimin kurumsal olmaktan çok zihinsel olduğunu söyleyebiliriz. Cemaatler ve guruplar 90’lı yıllardan itibaren iktidarın imkanlarıyla tanıştılar. Son yıllarda yaşanan ise imkanların ötesinde bizatihi iktidar duygusunun kendisi oldu. Bu durum onları olduklarından farklı ve daha güçlü bir pozisyona getirdi. Henüz zihinsel ve yapısal olarak mecrasını bulamamış cemaat ve gurupların önemli bir kısmı bu güç sarhoşluğunun savrulmasını yaşamaktadırlar.
Dolayısıyla sivil toplumculuk aynı zamanda iktidar ile ilişki kurmanın da bir aracı olarak görülebilmektedir. Son dönemlerde herkesin her alanda STK açması, bazı alanlarda ise STK faaliyetlerinden kaçınılması, ilişkinin ihtiyaçtan çok güç devşirme ile alakalı olduğu şeklinde yorumlanabilir.
Örneğin neden her cemaat insan hakları ile ilgili STK kurmuyor? İnsan hakları mevzusu alanı tartışmalı bir alan olduğu kadar riskli de bir alan. Ekonomik olarak karşılığı olmayan ve basamak olarak da kullanılması zor bir alan.
Aynı şekilde çevre sorunlarına, şehircilik anlayışına ilişkin bir STK kurmanın da zorluğu söz konusu. Bu ve benzeri alanlarda kurulacak STK’nın kime neye hizmet edeceği meselesi iktidar ile kurulacak ilişki biçimi ile direkt ilintili hale gelmektedir veya getirilmektedir.
Daha güncel bir örnek olarak yolsuzlukla mücadele alanında STK kurulacağını farzedelim. Böyle bir alanda ahlaki çaba sarfetmenin guruplarca çok karşılığı olmayabileceği gibi konjonktürel olarak ya iktidar tarfgirliği ya da iktidar karşıtlığı üzerinden riskli bir yerlerde konumlandırılmak söz konusu olacağından teveccüh edilebilecek bir alan olarak görülmüyor.
Oysa sivil toplum alanı tam da ihmal edilen alanlarda iş yapma biçimidir. Herkesin yapmadığı, yapamadığı alanlarda cesaretle çalışma yapmaktır. İhmal edilenleri, yoksul ve yoksun bırakılanları kucaklayan alanlardır. İktidara göre ya da iktidara karşı refleksi ile değil, haktan ve hakikatten yana, zulme ve ahlaksızlığa karşı olunan bir alandır.
Zorlu alanlar yerine daha rahat, daha pratik çalışmalar yapmak ve daha kısa yoldan menzile ulaşmak galiba en önemli hastalığımız. Galiba farkında olarak ya da olmayarak yine en kestirme yoldan güç elde etmenin dayanılmaz cazibesi ile karşı karşıyayız.
Cumhuriyet döneminden itibaren kendini muhafaza etme, insan yetiştirme, gizli ve açık muhalefet etme gibi aşamaları geçiren cemaat ve guruplar 2000 sonrasında ise yepyeni eğilimlerle ve problemlerle yüzleşmektedirler.
Bu yüzleşmeyi yazmaya devam edeceğiz…



(Bu yazı 19.12.2014 tarihinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlandı)

12 Aralık 2014 Cuma

Mevlana Nereli ve Kimin?

Kimlikler genellikle kişilerin doğduğu coğrafyayla ve yaşadıkları tarihle ilişkili olarak ifade edilir. Büyük insanların coğrafyaları geniş,  tarihleri de uzun olur. Zamanı ve mekânı zorlarlar. Bir köyle, kasabayla ya da bir ülke ile sınırlı kalmazlar. Bulundukları çağın ötesine geçerler.  Hatta kendi çağlarında tam anlaşılamadıkları için sözlerini sonraki çağlara söylerler.
Bunun içindir ki büyük insanları herkes sahiplenir. Kimi mekânıyla sahiplenir, kimi etnik kimliğiyle. Kimi doğduğu yere bakar, kimi de öldüğü yere. Elbette hepsi kıymetlidir ama en kıymetlisi büyük insanları fikirleriyle sahiplenmektir. Mevlana’nın Tacik ya da Türk olmasından öte çağlara ve çağımıza ne söylediği daha anlamlıdır. Tacikistan’a, Türkiye’ye, İran’a ve şimdilerde Batı’ya ne mesaj verdiği daha kıymetlidir.
2007’de Tacikistan’a ilk gittiğimde Tacik arkadaşlar sık sık Mevlana’dan bahsederlerdi. Dil bilmemenin de etkisiyle acaba başka birinden mi bahsediliyor diye düşünürdüm. Tacik arkadaşlardan biri Mevlana’nın Tacikistan’da doğduğunu ve 9 yaşında Anadolu’ya hicret ettiğini söyleyince inanamamıştım. Çünkü bize göre Mevlana Konyalıydı, olmadı Afganistanlıydı.
Duşanbe’deyken aynı yıl Mevlana’nın doğumunun 800. yılı kutlandı. Konuyla ilgili uluslararası bir sempozyum da düzenlendi.  Alimler, akademisyenler ve yazarlar davet edildi. Bu sempozyumla beraber Mevlana’nın doğum yeri ile ilgili detaylara inme fırsatımız oldu. Meğer çoğumuzun Konyalı bildiği, bir kısmımızın İranlı, Afganistan’lı bildiği Mevlana meğer Tacikistan’da dünyaya gelmiş.
Özellikle son dönem Mevlana araştırmacıları, babasına da atfen Mevlana’nın Vahş bölgesinde dünyaya geldiğini söylerler. Vahş bölgesi başkent Duşanbe’den 100km kadar uzakta bir bölge. Mevlana’nın Kurgantepe diye adlandırılan şehirde dünyaya geldiği söylenir. Kurgantepe şehri Afganistan’a çok yakın ve Mevlana’nın doğduğu diğer yer olarak belirtilen Belh’e 200km mesafede.
Tacikistan’da çok sayıda Afgan yaşar. Afganlar ticaretin, hayatın içindedirler. Kültür olarak Taciklerden çok farklı değiller. Afganlar Celaleddin-i Rumi yerine özellikle Celaleddin-i Belhî derler. Alışkanlık olsa gerek ki Taciklerin de bir kısmı Mevlana’yı Celaleddin-i Belhî  olarak adlandırırlar.
Tacikler Mevlana’yı kendilerinden kabul ederler, resmi heyetler de dahil Türkiye’ye geldiklerinde Konya’yı ziyaret ederler. 2012 yılında Tacikistan devlet başkanı, Mevlana’nın vefat yıldönümü dolayısıyla Konya’daki “şeb-i ârûz” programına katılır ve Kurgantepe ile Konya kardeş şehir ilan edilir.Aynı şekilde Türkiye’den gidenler de başta Cumhurbaşkanı olmak üzere hemen tüm yetkililer Mevlana’nın doğum yerine uğrarlar.
Sadece Tacikler değil; Özbekler ve Orta Asyalıların çoğu ilginç bu geleneği hala uygularlar. Hacca gitmek büyük bir törenle gerçekleşir. Hacılar önce Konya’ya gelerek Mevlana’yı ziyaret ederler, akabinde Kabe’ye geçerler.
Tacikler gibi Afganlılar ve İranlılar da Mevlana’yı sahiplenirler. Afganlılar Belh’te doğduğunu savunurlar. Belh’te de aynı şekilde Mevlana’nın doğum yerini simgeleyen kerpiçten yapı vardır.
Başta belirttiğimiz gibi büyük insanlar tüm insanlığa malolurlar. Kendi dar kimliklerinden sıyrılırlar. Dilleriyle, yaşantılarıyla, yapıp-ettikleriyle artık kendileri olmaktan çıkıp başkaları için yaşayan hale gelirler. Mevlana gibi tasavvuf yolunu tutmuş kişilerde bu husus çok daha belirgin görünür. Mevlana ne güzel özetlemiş; “Gönüllerin birliği, dillerin birliğinden daha güzeldir”.
Yine Mevlana’nın der ki; “Birleştirmek için geldik, ayırmak için değil”. Bu büyük insanlar birleştiricidirler. Şuculuk buculuk peşinde koşmazlar. Falan şahısla, filan gurupla işleri olmaz. Zamanevi fikirler onları pek ilgilendirmez. Asırlar sonrasına hitap ederler. Herbir insanın derdine deva olacak muhtelif reçeteler barındırırlar.
Aslında etnik olarak Mevlana’nın kim olduğu zaten bu yazının ana konusu olmadığından son kararı akademisyenlere bırakalım. Umarım araştırmacılarımız da gidip yerinde araştırma yaparlar. Sadece Konya’dan bakarak Mevlana tarifi yapmazlar.
Doğumu bile bu denli tartışmalı olan Mevlana dünyada çok farklı şekillerde algılanmıştır. Denebilir ki çeşit çeşit Mevlana var dünyada. Bu tip büyük şahsiyetleri bir düşünce kalıbına hapsetmek yanlıştır.  Son dönemlerde moda olduğu üzere Mevlana hümanizmle anılmaya çalışılıyor. Zamanını aşmış şahsiyetleri nereye oturtmak isterseniz oraya oturtabilirsiniz. Bu kadar çok yönlü bir kişiliği hümanist de yapabilir, batınilikle de suçlayabilirsiniz. Hatta isterseniz pornografik izahatlar da yapabilirsiniz. Teşbihte hata olmasın; fili neresinden tuttuğunuza bağlı olarak çok sayıda Mevlana çıkar ortaya.
Mevlana’ın Tacik mi, Türk mü, Afgan mı olduğunun esas meselemiz olmadığını bilerek Mevlana’yı ortak değerimiz olarak görelim. O en özet şekliyle bir velidir; Allah dostudur. Hikmet ve irfan sahibidir. edebi şahsiyeti ile bir aşk insanıdır.
Mevlana der ki;
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! 
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir.”
Ârif kişiler doğdukları yeri de öldükleri yeri de önemsemezler. Hatta doğdukları ve öldükleri yerin bilinmesinden dahi hoşlanmazlar. Çektikleri acıları bir ömür boyu gizleyecek Habbab bin Ered erdemi gösterirler.
Memleketten ayrılması, ayrılık ve gurbet düşüncesidir belki de Mevlana’yı bu kadar dertli kılan. Mesnevi’deki ayrılık vurgusu ilahi midir coğrafi midir? Kamışın kökünden sökülüp neye dönüşmesi nasıl bir firaktır? Ta Belh’ten ya da Kurgantepe’den binlerce km aşıp gelmek, hem de yaya; mutlaka büyük çileler barındırır.
Tüm bu karmaşa içerisinde aslında Mevlana bize, çağımıza yeniden bir şeyler söylüyor. Hem Tacikistan’dan, Hem Afganistan’dan hem de Konya’dan sesleniyor bize. Ne söylediğini tam idrak etmenin yolu best-seller Mevlana romanlarından değil, direkt Mesnevi’den geçer.

E tabi Osmanlıca tartışmalarının bu denli sıcak olduğu bugünlerde Osmanlıca bilenlerin Mevlana’yı bihakkın anlamak için çok şanslı olduklarını da kenara not edelim.

(Bu yazı 12.12.2014 yılında Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)

5 Aralık 2014 Cuma

Bir Öğretmen Bir Okul

İmam Hatip okullarının sayısı son iki yılda hızla arttı. Bunu eleştirenler, İmam Hatiplerin henüz eski oranına dahi ulaşmadığını göz ardı ederek eleştiri yapmaktadırlar. Bugünkü İmam Hatip öğrenci sayısı ülkemizdeki tüm öğrencilerin %10’una bile tekabül etmemektedir. Oysa bu oran 28 Şubat öncesinde %12’ler civarındaydı. Yani İmam Hatip öğrencileri nicelik olarak henüz mağduriyetin başladığı dönemdeki oranı dahi yakalayabilmiş değil. Bir bakıma 28 Şubat’ın İmam Hatip okullarına yönelik zulmü henüz tam anlamıyla telafi edilememiş olduğundan bu eleştirileri makul görebilmek de kanaatimce pek mümkün değil.
Fakat bu artışla beraber en önemli husus, niceliğin hızına, niteliğin eşlik edememiş olmasıdır. İmam Hatip okullarını kendilerine dert edinmiş, bu okulların ülke geleceği için önemine inanan kişi ya da guruplar (bir kısım cemaatler, vakıflar, dernekler, merkezler) bu bağlamda faaliyetler yapmakta, mümkün olduğunca kaliteyi arttırmaya dönük çaba göstermektedirler. Ama sayının hızlı bir şekilde artmasının doğurduğu kontrolsüzlük sebebiyle oluşmuş olan karmaşayı düzenleyecek mekanizmaların yetersizliği dolayısıyla niteliğe odaklanmanın tatmin edici olmaması önemli bir problem olarak önümüzde durmaktadır. İmam Hatiplerin önünün açılmasını önemli bir merhale olarak görmekle beraber ani büyümenin getirdiği sıkıntılarla yüzleşerek sorunları minimize etme çabaları elbette takdire şayandır.
Tüm bu kişi ve kuruluşlar kendi kapasitelerince ve alanlarının elverdiği ölçüde niteliğe katkıda bulunmaya çalışsalar da denebilir ki İmam Hatip öğrencileri ile ilgili çalışmalarda bir curcuna yaşanmaktadır. Çok başlılığın alabildiğine fazla olduğu bu alanda çalışmalar arasında koordinasyon olmaması önemli sorunlara sebebiyet vermektedir. Çoğu zaman herkesin yaptığı işi hiç kimse yapmamakta ve maalesef çalışma yapan gurupların bir kısmı birliktelik duygusundan çok alan kapma kaygısıyla hareket etmektedirler.
Böyle bir dönemde İmam Hatip okullarında gençlerimizin niteliğini arttırmaya dönük çabalarda kişisel gayretlerin de anlamlı ve etkili olduğunu görmekteyiz. Seksenli ve doksanlı yıllarda okuduğumuz İmam Hatip okullarında da benzer şekilde kişisel çabaların çok önemli rolü vardı. Okulların çoğunda bir öğretmen ya da bir idareci bir başına o okulun toparlanmasında önemli rol üstlenebilmekteydi. Bazen bir öğrenci bir sınıfı yönlendirmekteyken bazen de bir veli bir okulun en önemli teknik problemlerini dayanışma ile çözebilmekteydi.
Necip Fazıl’ın “Kim var diye seslenilince sağına ve soluna bakmadan ben varım!” diye ifade ettiği yaklaşımla bugünlerde de “ben varım” diyebilen öğretmenlere, yöneticilere, velilere ve en önemlisi öğrencilere/gençlere ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. İmam Hatip okullarımızı muhtelif zamanlarda gezdiğimizde, öğrencilerimizle ve öğretmenlerimizle hasbihal ettiğimizde umut vadeden kişileri ve teşebbüsleri görmekteyiz. Bu teşebbüsler şüphesiz önümüzdeki yıllarda İmam Hatip okullarındaki nitelik problemini büyük ölçüde giderecektir. Ama en önemli mesele sayıları ikibini aşan İmam Hatip okullarında digergamlık duygusu ile öğretmenlerin, idarecilerin, velilerin ve gençlerin öncülük yapacak yeni çığırlar açmasıdır.
Bir kişinin nelere kadir olduğunu, koca bir okulu nasıl dönüştürebildiğini Arnavutköy’deki okulu ziyaretimizde keşfettik. Haraççılar İmam Hatip Lisesi’ndeki gençlerin birer Kudüs aşığı olduklarını, bir kısmının kendi imkanlarıyla Kudüs’e gittiğini ve bir kısmının da hayırseverlerin katkısı ile Kudüs’e gönderildiklerini gördük. Tüm bu çabanın arkasında Ali Yelgün öğretmenimiz var. Yıllardır kendini Kudüs davasına adamış Ali Hoca, iki yıldır öğretmenlik yaptığı bu okulu; öğrencisiyle, öğretmeniyle, velisiyle heyecanlandırmış ve yetim öğrenciler dahil Kudüs’e gidebilmelerine zemin hazırlamış. Bir öğretmen bir başına bir okulu dönüştürebilmişse her okulda birkaç idealist öğretmen, kararlı idareci, fedakar veli, yiğit genç neler yapmaz ki!
İmam Hatip okulunu kitap meclisine çevirecek bilge öğretmenlere ihtiyacımız var…
İmam Hatip okulunu sanat merkezine çevirecek sevdalı öğretmenlere ihtiyacımız var…
İmam Hatip okulunu insani yardım ortamına çevirecek yardımsever öğretmenlere ihtiyacımız var…

(Bu yazı 05.12.2014 yılında Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)