30 Ocak 2015 Cuma


Parçalan Hayatlar

Dünyayı ve ahireti ayırdık, ibadeti ve siyaseti, ticareti ve ilmi koca koca duvarlar örerek birbirinden ayırdık…
Zannettik ki ibadette Müslüman olunur ama ticarette olunmaz. Siyasette pragmatist davranıldığında, ilimde faziletin mümkün olabileceğini düşündük. Dünyaya tamah edince sosyal hayatımızın Müslümanca kalabileceğini sandık…
Hayat bir bütündür. Müslüman’a göre hayat ebedi hayatla beraber ele alınır. Bu dünyaya ilişkin olanla öteki dünyaya ilişkin olan arasında bazı farklı tanımlamalar yapılabilse de aslolan iki hayatın da birbirlerini tamamlıyor olmasıdır…
Tevhid inancının en kabul etmeyeceği şey, hayatı parçalara ayırmaktır. Çünkü tevhid bütünleştirmektir, birleştirmektir… Bazı alanlarda Yaratıcı’yı baş tacı edip, bazı alanlarda dışlamak tam da seküler düşüncenin yansımasıdır…
Batı’nın kiliseyi hayatın dışına itmesi, hayatın yaşam alanlarını parçalamaya ilişkin en önemli dönüm noktalarındandır. Batı’da ibadet edilebilecek yer yalnız kilisedir, buranın dışındaki hayat ise tamamen Tanrı’dan bağımsız bir hayattır. Tanrı’nın siyasetle, ticaretle, sosyal hayatla irtibatı kesilmiş, meşhur tabirle ‘Tanrı kiliseye hapsedilmiştir’…
Oysa tevhid inancında, hayatın tüm alanları birbiriyle ilintilidir ve hayatın tümü imtihandır. Siyasete bakışınızla ibadete bakışınızı ayırmak mümkün değildir. Aile yaşantısıyla sosyal yaşantıyı,  parayla ilişkiniz ile kitap ilişkinizi mahiyet olarak ayıramazsınız. Hayatın “ihtiyaç” olan boyutları ile “zorunlu” olan boyutlarını farklılaştırıp meşrulaştırma çabasına giremezsiniz…
Örneğin cami ne kadar ibadet yeriyse işyerimiz, okulumuz, evimiz de bir o kadar ibadet alanıdır. Dışarda kirlenip camide temizlenmek mümkündür, ama tekrar dışarı çıktığımızda kirlenmemenin de yolları vardır. Dışarıdan temiz girerek camiyi temizlemek, camiden temiz çıkarak dışarıyı temizlemek bu yollardan yalnız bir tanesi ama en önemlisidir…
İnsanları tanımanın yollarından bahsederken sıkça “kendisiyle ticaret yaptın mı?”, “birlikte seyahat et de anla” benzeri cümleler kurar, sorular sorarız. Böyle tespitler bir yönüyle insan tanıma tecrübesi sayılabilir, ancak aynı zamanda hayatı da ne kadar tek yönlü okuduğumuzu gösterir. Evet, birini kolay yoldan tanımak için para ya da güç ile ilişkisi üzerinden gözlem yapabiliriz, hatta bu gözlemlerden memnun olunacak tespitler de çıkarabiliriz. Fakat o kişinin para, güç veya başka bir değişken ile iyi olan ilişkisinin cami ile aynı şekilde olmayacağı söylenemeyebilir. Bu sebeple kişinin, para ve güç ile kurduğu ilişki Allah ile ilişkisinden, dostlarıyla kurduğu ilişki, Yaratıcısı ile kurduğu ilişkiden bağımsız değildir…
Ticaretinde sahtekâr olup, sosyal ilişkisinde dürüst olan kaç insan vardır? Siyasette aldatıp da ilimde aldatmayan kaç kişi vardır? Ailesini ihanet edip de vatanına ihanet etmeyen kaç zalim vardır? Dostunu satıp da cemaatini satmayan kaç birey vardır?
Karakterin kolay değişmeyeceğini Peygamberimiz (s.a.v) hadislerde söyler. Eğitime ilişkin hem klasik hem yeni metinlerimiz de benzer kanaattedirler. Olumlu olumsuz herhangi bir karaktere sahip bir kişiyi dikkatli gözlemlediğinizde o karakterin hayatın tüm alanlarında kendini gösterdiğini fark edersiniz. Karakterimizin hayatın alanlarına yansıması yine hayatın yekpareliği ile ilgilidir. Nasıl ki hayat da bazı yönlerini bize gizli gösterir bazı yönlerini aşikâr ederse, insan huyu da bazı yerlerde üstü örtülü gösterir kendini, bazı yerlerde aşikâr…
Hayatı bütün olarak ele almak, kendini de bütün olarak ele almaktır. Kendini hallere, durumlara, işlere bölen/parçalayan kişi, hayatı da parçalamış olur. Kendi bütünlüğümüz ise ezeli ve ebedi olana göre konumlandığında anlamlıdır. Nerden geldiğini bilmeyip, nereye gideceğini düşünmeyen insan tevhide ulaşamaz. Sadece bugünü ve bulunduğu yeri merkeze alan, kendine ve konumuna göre hayatı tanımlamaya çalışan, farkında olarak ya da olmayarak bir tür tanrılaşma eğilimine girmiş demektir…
Öğrenciyken Müslümanca davranamayanın, öğretmenken Müslümanca davranabilmesi zorlaşır. Sivil hayatta Müslümanca davranamayan bireyden siyasette Müslümanca davranmasını beklemek zordur. Ailesinde Müslümanlığa önem vermeyenin, arkadaşlık ilişkisinde Müslümanca davranması beklenemez. Terazinin bir kefesinde terslik varsa eğer, er ya da geç diğeri de hata verecektir…
Yaşamın tüm alanlarına ‘bütün’ bakabilmeyi ve her şartta Müslüman kalabilmeyi bize anlatan ayetle bitirelim;
“De ki:  Benim Namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm yalnız alemlerin Rabbi Allah içindir.” (En'am-162)

(Bu yazı 30.01.2015 tarinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)

23 Ocak 2015 Cuma

İçe Ahlak, Dışa Adalet

Dostlarla hasbihal gönlümüzü açmakla kalmıyor zihnimizi de zorluyor. Geçenlerde dostlarla hasbihal ederken kıymetli bir ağabeyimiz sivil toplum ve siyaset üzerine konu derinleşince şöyle bir değerlendirme yaptı;
“Ahlak içe dönüktür, çoğunlukla ötekini alakadar etmez. Adalet ise dışa dönüktür, öteki ile ilgilidir…”
Ahlakın terminolojik detayına bakılırsa en basitinden yaradılışla, karakterle ilgili kelimeler çıkar karşımıza. Bu yönüyle ahlak daha çok kişinin kendisi ile ilgilidir. Kendi yapıp ettiklerinin ötekilerine olumlu ya da olumsuz, direkt ya da dolaylı etkisi yine kişinin kendi özüne uzanır…
Adalet ise bireysel bir husus olmaktan çok toplumsaldır, ötekine uzanır ve terminolojide her şeyi yerli yerine koymak anlamına gelir. Ötekini kuşattıkça adalet daha çok kendi olur. Ötekini dışladıkça yani ahlaktaki gibi içe dönük olmaya yöneldikçe hem kendinden uzaklaşmaya başlar hem de kendini daha çok tüketir…
Bir topluluk içinde ayrışma baş göstermeye dursun, önünü almak çok zorlaşır; en umulmadık bahanelerle insanlar birbirlerini suçlar ve ötekileştirirler. Devletten imparatorluğa, aileden cemaate kadar her topluluk kendi içinde savaşmaya başlar…
Savaşın öncülü ötekileştirmedir. Ailede bir ferdi ötekileştirdiğiniz zaman huzursuzluğa zemin oluşturmuş olursunuz, bir ülkede toplumun bir kesimini ötekileştirdiğiniz zaman ise iç çatışmanın kıvılcımını ateşlersiniz…
Ötekileştirmenin öncülü ise adaletsizliktir. Adaletsizlik çok farklı gerekçelerle de olsa kendi lehine uygulama yapmaktır. Kendine dönük ayrımcı davranmaktır…
Ayrımcılığın zihnimizde “makul” bir karşılığı yoksa bile zamanla oluşturmak mümkündür. Geçenlerde bir milletvekilinin “akrabalara ihsanda bulunmak” ayeti üzerinden akrabaları kamusal atamalarda öncelemeyi meşrulaştırması buna önemli bir örnektir. Ötekine ilişkin uygulamamız gereken adalet terazisini kendimizi odağa alarak uygularız da haberimiz bile olmaz…
Said Halim Paşa ahlak ile siyasetin, dolayısıyla ahlak ile adaletin ilişkisini anlatırken Batı’da oluşan siyasi kurumların ve sonucu olarak adalet/adaletsizlik tecellisinin yine Batı’nın ahlak düşüncesiyle ilgili olduğunu söyler…
Ahlak içe dönüktür ama aynı zamanda adaletin de menşeidir. Denebilir ki ahlaklı olmak adaletin ön şartı olsa da yeterli şartı değildir. Pekala kendi içinde ahlaklı olup da ötekine karşı adaletsiz davranmak mümkündür. Aynı şekilde kendisinin olana adil davranıp da öteki olana adil davranmamak da mümkündür…
TBMM’nde bir milletvekili anlatmıştı; Anadolu’daki bir ilimizde farklı mezhebe mensup bir genç, araştırma görevlisi olmak için üç defa sınava giriyor, üçünde de birinci sıradan kazanmasına rağmen tercih edilmiyor. Bu adaletsizliği telafi eden vekil ise kendi parti mensuplarınca farklı ithamlara maruz kalabiliyor..
 “Öteki” mezhebe, partiye, ideolojiye, cemaate, derneğe mensup kişilere yönelik muamelemiz adalet terazisindeki pozisyonumuzu ortaya koyar. “Kendi” mezhebimize, partimize, ideolojimize, cemaatimize, derneğimize adil davranmamız elbette kötü değil ama yeterli de değil…
Kendini merkeze alan ve ötekisini dışlayan grupçuluk psikolojisinin varacağı yer bir tür çeteciliktir. Bu psikoloji kendi dışında kimseye hayat hakkı tanımaz. Henüz uzakta olduğu için “eli kanlı” diye rahat suçladığımız örgütlerin reflekslerini pekala biz de gösterebiliriz. O örgütleri ayrımcılıkta görünür kılan, enstrümanlarının silah olmasıdır. Aynı grupçuluk psikolojisi ile hareket ettiğimiz takdirde, enstrüman olarak elimize silah geçtiğinde aynı “eli kanlı” cürümleri bizim de işlememiz mümkün…
Dışarıya karşı ahlak abidesi  gibi görünmek daha kolaydır. Birkaç sözle, bir iki davranışla imaj oluşturmak mümkündür. Ama içe dönük ahlaki tutarlılığı tesis etmek kolay değildir. Alımlı dış dünya ile çatışmalı iç dünyanın dengesini korumak zordur…
Kendi içimize ve yakın çevremize adil davranmak yalnız başına çok şey ifade etmez!
Dışarıya ve ötekine karşı da acaba aynı ölçüde adil miyiz?
Başkasına karşı adil değilsek içimize dönük ahlakilikten ne kadar bahsedebiliriz?

(Bu yazı 23.01.2015 tarinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)

15 Ocak 2015 Perşembe

Yürüyüşe Devam!

İlk kurulduğunda Başakşehir’e yerleşenlerdenim. Kuruluş aşamasında Başakşehir, yaşamın zor olduğu yerlerdendi. Birkaç yıl yurtdışında kaldıktan sonra tekrar Başakşehir’e döndüm, daha yaşanılabilir hale gelmişti…
Gittiğim yerlerde hayata tutunacak birşeyler ararım. Öyle koca koca şeylerden bahsetmiyorum, küçücük şeyler, minnacık vesileler…
Tacikistan’da yaşadığım dönemde Başakşehir’in ilk yıllarıyla dahi kıyaslanmayacak zorluklarla karşılaştım. Elektrik kesintisi, ısınma problemi ve hatta erzak temini. Yine de başkent Duşanbe’de hayata tutunacak bir dal bulabildim; Rudaki isimli caddede 1,5 km’lik yürüyüş yolu…
Yürüyüş yolu dediysek hani özel bu iş için hazırlanmış falan değil ama en güzel yanı tarihi çınar ağaçlarının olmasıydı. Ta Ruslar döneminde düzenlenmiş çınar ağaçlarının eşlik ettiği bir yol…
Enteresan bir şekilde Tacik dostlarımız o yolda spor amaçlı pek yürüyüş yapmazlardı. Genelde yabancılar tercih ederlerdi yolu. Böyle güzel bir yol Başakşehir’de olsaydı biz de yürürdük derdim kendi kendime…
Tabi Başakşehir’in ilk yıllarında tek yürüyüş yolumuz 1. Etap’taki kısa parkurdu, doğrusu o parkur hem yetmez hem de biraz kibre kaçacak ama bizi tam kesmezdi…
2011’de tekrar Başakşehir’e yerleşince hala eski kodlarla tutunacak dallar aradım. Günün çoğunu dışarda geçiren biri için Başakşehir’e tutunmak zordur. Bu zorluğu aşmak için küçük vesileler peşinde koşarken Sular Vadisi ile tanıştım…
Benim için orası Sular Vadisi olmaktan çok “Yürüyüş Vadisi”ne dönüştü; önce Vadi’deki 1,5km’lik parkuru kullandım, bir süre sonra kalan bölümlerini…
Doğrusu bu küçük vesilelere tutunmak kolay olmadı. Tarihi bir yürüyüş yolundan yapay zemini olan bir yola geçiş yapmıştım. Daha steril olsa da Duşanbe’deki gibi gölgesine sığınabileceğim çınar ağaçlarım yoktu…
Fidanlarla teselli buldum; ilkbaharda çiçek açmalarını adım adım takip ettim. Onlar bana gülümsedi, ben de onlara. Ama henüz çocuklardı, büyüyecek kocaman olacaklardı. Büyüklüklerini hayal ettim. Sonbaharda dökülen yapraklarıyla tefekkür ettim. Her sabah çıktığımda yerleri renk cümbüşüne çeviren sanat eserlerini izledim…
Bazen ümitsizliğe kapıldım. Bunca ahalinin yaşadığı bir şehirde ne kadar da az yürüyen vardı! İnsanlar kutu gibi dairelerinden neden çıkıp da kendilerini vadilere bırakmazlardı! Tertemiz havayı teneffüs etmek varken neden kapalı salonlarda sporla uğraşırlardı! Sessizce vadi boyunca yürüyüp hem tefekkür edip hem de dinlenmek varken neden gürültülü salonlarda kafalarını şişirirlerdi!
Başakşehir’de yaşayıp da dışında çalışanlar Başakşehir’deki dostlarıyla buluşamamaktan şikayet ederler. Oysa “Yürüyüş Vadisi” bunun için biçilmiş kaftan. Dostlarla Vadi’de sabah erken ya da akşam buluşup hem yürüyüş yapıp hem de hasbihal etmek neden tercih edilmez ki!
Klişe olacak ama burnumuzun dibindeki nimeti görmüyoruz…
Nimeti bihakkın değerlendirmiyoruz…
Vadi’yi sadece belli programların yapıldığı, belli dönemlerde şölenlerin düzenlendiği, zaman zaman çocukların götürüldüğü bir yer gibi algılıyoruz…
Oysa bu tür mekanların şafak vakti var, gecesi var! Sabah ezanıyla yola çıkan Ömer Nasuh Bilmen Camisi’nde namazını kılıp Vadi’ye inebilir. İmam-ı Azam’da da, Tunahan’da da, Bilal-i Habeşi’de de namaz kılıp akabinde kendinizi Vadi’ye bırakabilirsiniz…
İyisi mi ben size bir program sunayım; Bilal-i Habeşi’de sabah namazını kılın, Vadi’nin üst kapısından aşağıya doğru bırakın kendinizi. Ya da tam tersi Vadi’nin aşağı girişinden yeni açılan Selman-ı Farisi Camisi’nden besmele çekin yürüyüşe.
1,5km’lik parkuru geçince viyadüğün altından karşı parkura geçin Çınar koleji’ni geçip parkuru bitirince yolun diğer tarafındaki Başakşehir Lisesi’nin yanındaki parkuru göreceksiniz. Sabırla yürüyün, yaşa başa bakmadan dönüşü düşünmeden devam edin, son parkuru bitirince zaten Vadi’yi bitirmiş olacaksınız. Yaklaşık 5 km yürümüş olmanın, tefekkür etmenin, beraber yürüdüğünüz dostunuzla hasbihal etmenin keyfini yaşayacaksınız.
Tabi bunun bir de geri dönüşü var;
Korkmayın! Hele hele kıştan hiç korkmayın!
Allah bize müthiş potansiyel bahşetmiş; geliştirdikçe gelişecek vücut bahşetmiş. Zorladıkça tahammül edebilecek irade vermiş…
Yeter ki tembelliği atalım üzerimizden…

Yeter ki yanıbaşımızdaki miniminnacık vesilelerin kocaman anlamlarına açalım yüreğimizi…

(Bu yazı 15.01.2015 tarihinde 212haber gazetesinde yayımlanmıştır)

9 Ocak 2015 Cuma

Ortadoğu’nun Çoklu Kimliği

Temsili olarak Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla Soğuk Savaş dönemi sonra ermiş, bu süreçte Ortadoğu en önemli kriz alanlarından biri haline gelmiş ve Ortadoğu’nun çoklu kimliği daha belirgin hale gelmiştir. Çok sayıda medeniyetin ve üç semavi dinin çıkış noktası kabul edilen Ortadoğu coğrafyasında din ve etnisite üzerinden kimlikler yeniden ve farklı hüviyetlerde tezahür etmiştir. Kimliklerin çıkışındaki sebepler kadar sonuçların da üzerinde durulması gerekmektedir. Ortadoğu’da devletlerin kimlik politikaları, iç siyasetleri yanında dış ilişkilerinde de etkili olmuş ve güncel olarak Ortadoğu siyaseti neredeyse kimliklerle özdeşleşmiştir.
II. Dünya Savaşı sonrasında disiplin halini alan Uluslararası ilişkiler, dünyadaki siyasi, ekonomik ve kültürel gelişmelerin de etkisiyle farklı teorilerle ifade edilmiş, kimlik konusu da bu çerçevede teorilerin, hakkında söz söylediği önemli kavram olarak literatüre girmiştir.
Kimlik en genel anlamıyla bir aktörün sahip olduğu, yansıttığı ve zaman içinde diğerleriyle kurduğu ilişkiler vasıtasıyla şekillenen bireylik ve farklılık simgeleri olarak tanımlanır. Bu yönüyle kimlik hem farklılaştıran hem de ortaklaştıran özellik taşır.
“Özcü yaklaşım” kimliği kültürel temelli ele alır; din, etnisite gibi varoluşsal özelliklere dayandırır. Huntington’un “medeniyetler çatışması” bunun örneklerindendir. Ortadoğu’daki Sünni-Şii, Arap-İsrail çatışmaları da bu bağlamda değerlendirilebilir.
“İnşacı yaklaşım” için kimlik varoluşsal değildir, aktörlerin zamanla kabullendirmeye çalıştıkları bir unsurdur. Bir sıfatın varoluşsal olması onu kimliğe dönüştürmez, benimsenmesi ve benimsetilmesi önemlidir. Bu yaklaşım, etnik ve medeniyetler arası çatışmalara; kimliklerin kaçınılmaz sonucu olmaktan öte, hangi siyasal ve sosyal süreçler üzerinden şekillendiğini önemser. Baasçılık, İslamcılık vb. akımlar İnşacı yaklaşıma örnek olarak verilebilir.
“Araçsal yaklaşım” ise kimliğin siyasi elitler tarafından siyasi amaçlara destek ve meşruiyet kazandırmak için stratejik olarak manipüle edildiğini savunur. Kaddafi’nin Afrika, Saddam’ın Sünnilik yaklaşımı gibi.
Kimlikleri ele alırken Ortadoğu’nun tarihini ve kültürel yapısını göz ardı etmemiz bugünkü çoklu kimlik çatışmalarını anlamımızı zorlaştırır.  Ortadoğu tarihini yazanlar farkında olarak ya da olmayarak kimlikler üzerinden tarih okuması yaparlar. Bernard Lewis Ortadoğu tarihini Hristiyanlığın ortaya çıkışından itibaren ele alır ve dinleri, etnik yapıları önemli birer unsur olarak anlatır. Ortadoğu tarihini, Hristiyanlık ortaya çıkarken bitirenleri yanlış gördüğü gibi Müslümanlık ile başlatanları da eleştirir.
Cleveland ise Ortadoğu tarihini incelerken İslamiyet’in doğuşundan hareket ederek günümüze gelir ve “geniş Ortadoğu” tartışmalarını coğrafi olarak sınırlandırdığı gibi derinlik olarak da sınırlar ve ağırlıklı olarak Müslümanlık kimliği üzerinden Ortadoğu’yu inceler.
Tarihi araştırmalarda başlangıç noktası itibariyle dinler üzerinden değerlendirme yapılsa da Batı’da Vestfalya Anlaşması ile birlikte Tarih değerlendirmeleri devletler üzerinden kurgulanmaya başlandı. I.Dünya Savaşı’ndan itibaren Ortadoğu coğrafyasında da ulus-devletlerin kurulmasıyla, “ulus” temelli değerlendirmeler ve pratikler yaygınlaştı. II.Dünya Savaşı sonrasında Arap milliyetçiliğinin zirve yapması üzerine bazı araştırmacılar Ortadoğu tarihini bir tür “Arap tarihi” olarak ele aldılar. Zira bölgede tarihte karşılığı olmayan yeni ulus devletler de oluş(turul)muştu. Örneğin Albert Hourani başlangıç noktası olarak İslam’ı alsa da Araplık üzerinden okuma yapan düşünürlerden biridir.
Ortadoğu’yu medeniyetler üzerinden okuyan Davutoğlu ise benzer şekilde hareket noktası olarak İslamiyet dönemini alır ama kimlikleri ele alırken jeopolitik ve jeokültürel bağlamı ile değerlendirmeyi önemser. Bu okuma biçiminde doğal olarak en önemli etkenlerden biri Hristiyanlık üzerinden şekillenen Batı medeniyeti etkisidir. Davutoğlu Ortadoğu’da kimliklerin belirginleşmesinde Soğuk Savaş etkisini yadsımaz ama buna ek olarak İsrail’in önemli bir etken olduğunu ifade eder. İsrail etkisinin kültürel, siyasi, etnik refleksleri doğurduğunu belirtir.
Ortadoğu gibi, uygarlıklara ve dinlere beşiklik etmiş, farklı kültürlerin geçiş noktası olmuş bir merkezin ana ve alt kimliklerini tasnif elbette kolay değildir. İslamiyet, yayılması ile birlikte bu coğrafyada ana kimliği oluşturmuş, alt kimlik olarak Sünnilik, Şiilik, Selefilik gibi ekoller asırlar boyunca değişik formatlarda kendini göstermiştir. Tarih boyunca demografik yapıda kısmi değişiklikler olsa da ana unsur olarak Araplar, Farslar, Türkler ve Kürtler Ortadoğu’da varolmuşlardır.
Batılılaşma, Sanayileşme, Modernleşme, Küreselleşme vb. aşamalar farklı şekillerde bölgede etkili olmuş; kapitalistleşmenin kendini göstermesi ile birlikte sol ve liberal hareketler de dönem dönem kendini göstermiştir. Arap Baharı’nda da bu hareketlerin göz ardı edilemeyecek etkisi olmuşsa da en belirgin kimlik İslamcılık olmuştur.
Filistin meselesi kronik bir sorun olarak Ortadoğu’nun göbeğinde kalakalmış, bir çok ideolojik, dini hareketin ya kaynağı ya da motivasyon unsuru olmuştur. En radikalinden en ılımlısına kadar hemen tüm hareketler Filistin meselesini ya kutsallık ya da anti-siyonistlik üzerinden hareketlerinin önemli dayanağı yapmışlardır.
Bölgedeki devletler kendi doğal etnik, dini, mezhepsel kimliklerini bazen iç politika bazen de dış politikanın gereği görerek tarafgirlik ya da karşıtlık üzerinden araçsallaştırmışlardır. Araçsallaştırma zaman zaman işe yarasa da bazen beklenmedik aplikasyonlar doğurmuştur. IŞİD’in hızlı ilerleyişi, Suriye meselesine müdahalenin sonuçları, Filistin meselesinde ikircikli tutum vb.
Ortadoğu’daki kimlikler arasında geçişkenlikler olduğundan bazen bir mevzuyu salt bir kimlikle izah etmek gerçekçi olmamaktadır. Aynı zamanda birden fazla kimliğin bir arada bulunması da değerlendirmelerimizi zorlaştırmaktadır. Bu zorluğu giderebilmek için “etno-dinsel, etno-milliyetçi” gibi kavamsallaştırma çabaları sözkonusudur.
Ortadoğu’nun modern kapitalist sistem ile tam olarak örtüşmeyen yapısı, bölgenin jeokültürel geçmişiyle ilgili olduğundan Batı’dan gelen yaklaşımları kopyalamanın sıkıntıları kendini göstermiş, 20.yy’ın ikinci yarısından itibaren İslam temelli düşünce ve hareketler yeniden güçlenmeye başlamış, bu durum beraberinde siyasi ve fiili çatışmalara sebebiyet vermiştir. İslami hareketlerin güçlenmesine karşın farklı taktikler yanında kimliklerin mikro ölçekte tasnifi yoluyla da bu hareketlilik kontrol altına alınmaya çalışılmıştır.
11 Eylül sonrasında denenen Afganistan ve Irak işgallerinin sadra şifa olmadığı anlaşıldığından üç alan üzerinden kimlikler araçsallaştırılarak bölgenin kontrol edilmesi istenmiştir; etnik, mezhepsel, meşrepsel kimlikler. Bu kimlikler üzerinden birbiriyle meşgul edilebilen bir Ortadoğu coğrafyasında hem İsrail’in güvenliği sağlanmış olunur hem de “Asya-Pasifik stratejsi” benimsemiş ABD yeni stratejisini daha rahat uygulayabilir. Araçsallaştırılan üç kimlik aynı zamanda “İslam’a karşı İslam stratejisi” ile de örtüşecek, kendi içinde kimlik çatışmaları yaşamaları halinde kıtalar ötesini çok fazla meşgul etmemiş olacaktır.
Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” makalesinde bahsettiği gibi çoklu kimliğe sahip Ortadoğu, “medeniyet içi çatışma” sürecini ağır bir bilanço ile “çoklu kimlikler” üzerinden bir süre daha yaşamaya devam edecek gibi görünmektedir.

Kimliklerimizi doğru değerlendirmediğimiz takdirde başta belirttiğimiz farklılaştıran yanı, doğru değerlendirdiğimiz takdirde ise ortaklaştıran yanı daha etkili olacaktır.

(Bu yazı 09.01.2015 tarinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)