21 Mayıs 2015 Perşembe

İmam Hatip Okullarında Nitelik

Seçim sathı mailine girerken gündemdeki tartışmalardan biri de İmam Hatip okulları…
Öncelikle şu tespiti yapmak lazım; İmam Hatip okulları darbelerden en çok etkilenmiş ve her defasında küllerinden yeniden doğmuş okullardır. İmam Hatip tarihi bir tür sivilleşme, hak ve adalet mücadelesi tarihidir. Okullar bu yönüyle, eğitim/öğretim faaliyetinin yanında sosyal role de sahiptir…
Dolayısıyla bugünlerde bazı siyasilerin, İmam Hatip okullarını akamete uğratmaya dönük yaklaşımları en başta “millet”i rahatsız eder ve milletin buna tahammül mümkün değildir…
İmam Hatiplerin elbette nitelik problemleri var. Bu kadar yıl sekteye uğratılmış okulların bir anda mükemmel okullara dönüşmesini beklemek haksızlık olur…
Hemen her İmam Hatip mezunun sıkça dillendirdiği “eskiden farklı bir ruh vardı” söylemi bu günlerde sıkça tekrarlanır oldu. Bu söylemin tabi ki nostaljik boyutu da var ama İmam Hatip okulları eskisi ile kıyaslanmayacak farklı bir realite ile karşı karşıya. Bu realiteyi doğru tespit etmezsek yanlış kıyasların etkisiyle çözümden uzaklaşırız...
İmam Hatipleri eski ile kıyaslamadan önce bu noktaya gelişin serüvenini iyi bilmek gerekir. 28 Şubat postmodern darbesi İmam Hatiplerin orta bölümünü kapatarak ve katsayı uygulaması başlatarak ağır bir travma yaşanmasına sebep oldu. Sayıları ciddi olarak düşen ve bitme noktasına gelen bu okullar milletin çabalarıyla ayakta kaldı. Son birkaç yılda İmam Hatiplerin önü açılınca okullara ciddi bir rağbet oldu...
Takdir edilir ki 15 yıllık travmayı hemen atlatmak elbette mümkün değil. Bu ciddi kesinti, “İmam Hatip ruhu”nun sürekliliğine de en büyük darbeyi vurdu…
Bununla birlikte okullardaki yöneticiler, öğretmenler de bu süreçten etkilendiler ve bir kısmı hala 28 Şubat psikolojisinden sıyrılabilmiş değil. Genç idareciler ve öğretmenler ise heyecanlarına rağmen 28 Şubat öncesi ruh ile olan irtibat zayıflığının eksikliğini yaşamaktadırlar…
Bir özeleştiri yapacak olursak niteliğin daha hızlı artmamasında modernleşen yaşam tarzımızda “fedakarlık”ın azalması, yerine bireyselliği bırakmasının da önemli etkisi var. “Başkası için çabalama” duygusunun azalması bizi, kendimizi merkeze alan ve dolayısıyla “daraltan” duruma düşürmektedir…
Aksine fedakarlık yapan, her bir öğrenciyi önemseyen, öğrencinin iç alemi ve sorunlarıyla ilgilenen, küçücük bir problemi bile önemseyerek çözüm bulmaya çalışan, geliştirmeye ve ilerletmeye çabalayan kişiler, kurumlar ve organizasyonlar İmam Hatiplerin yeniden eski ruhuna kavuşmasında önemli rol üstlenmektedirler…
Niteliğin arttırılmasında “başarı” kavramı önemlidir. Şüphesiz nitelik başarıyı, başarı da niteliği tetikler. Ama başarıyı sadece “akademik başarı” olarak görürsek yanlış bir sınırlamaya gitmiş oluruz. Her bir gencimiz ayrı bir dünya ve ayrı bir değer olduğuna göre her birinin başarı gösterebileceği yeteneği ve alanı da farklıdır. Kimi sanatta, kimi derslerde, kimi ilmi çalışmalarda, kimi sporda, kimi de sosyal faaliyetlerde başarılı olacaktır…
Farklı alanlarda başarılı olmalarına imkan sağlamadığımız çocuklarımızı bilerek ya da bilmeyerek öldürmüş oluyoruz…
İmam Hatipler başta da ifade ettiğimiz gibi sosyal rolü etkili olan okullardır. Sadece akademik başarı sağlayan çocukların önemsenmesi, İmam Hatiplerin niteliğinin arttırılması için kesinlikle yeterli değildir…
Onbeş yıllık kayıp dönemin zararını telafi etmek için bir tür seferberlik uygulaması gerekir. Her bir gencimizi ayrı bir dünya olarak ele alıp maneviyatıyla, dersleriyle, sosyalliğiyle, inceliğiyle daha bir ileri taşımak için idarecilerimizin, öğretmenlerimizin, derneklerimizin, gönüllülerimizin can havliyle çaba sarfetmesi elzemdir…
Nitelikli toplulukları hiç kimse ve hiçbir şey engelleyemez. Bugün engellenir yarın ortaya çıkar. Burada engellenir bir başka yerde ortaya çıkar…

14 Mayıs 2015 Perşembe

Bir Günde Avrupa Turu

Seyahat etmek için, uzunca listelenen şartların oluşmasına gerek olmadığına inananlardanım. Bu yönüyle "zuhurata tabi olanlar" meşrebindenim. Anlık kararla, seyahate çıkmış, ikibin km'yi karayoluyla katetmiş biri olarak, Münih'ten bu satırları yazıyorum...
Aniden seyahate karar vermenin uzunca planlardan daha doğal olduğu kanaatindeyim. Tam teşekküllü, günlerce hazırlığı yapılan seyahatlerin de şüphesiz ayrı tadı var ama ben içinde sürprizler barındıran seyahatleri daha çok seviyorum. Akıbetimizin nasıl olacağının belirsizliği gibi kendimi seyahatin kucağına bırakmak istiyorum... 
Kıymetli Ümit Aktaş Ağabey, yazdığım bazı mısraları eleştirmesi için kendisiyle paylaştığımda, "yolda olmak mı aşkta olmaktır" mısramı beğendiğini ve kullanmak istediğini söylemişti. "Yola revan olma"nın kendi başına anlamlı olduğuna ve "meçhule yolculuk" gibi aynı anda çok farklı dünyaları yaşattığına hep inandım. Yolun bizzat kendisinin de kıymetli olduğunu ise bizzat yaşıyorum...
Kıymetli dost Asım Gültekin üniversite yıllarında trenle Avrupa turuna davet etmişti. Bilmiyorum, belki de esin kaynağı Cahit Zarifoğlu'nun otostopla tüm Avrupa'yı gezmesiydi. O günün şartlarında şartlarımızı biraz zorlasak belki biz de o tura katılabilecektik. Geriye; yapanların yapmış olduğu, yapmayanların ise "yapamadığı" ve tabii ki pişman olduğu bir anı kalmış oldu...
Bu defa karşıma çıkan Avrupa turunu kaçırmak istemedim. Her zamankinden yoğun bir atmosferde, kararımı belki de mistik olarak tetikleyen, Ahi Çelebi Cami'sinde birkaç gün önce kıldığım namaz oldu. Malumunuz rivayete göre o mekanda Evliya Çelebi rüyasında Peygamberimiz (sav)'i görür ve "Şefaat Ya Resulullah!" diyeceği yerde heyecandan "Seyahat Ya Resulullah!" der...
Belki de Evliya Çelebi'nin motivasyonu ile Pazartesi sabah namazından sonra akrabam Veysel ile yola çıktık. "Alman arabası"nın da gücüyle kısa bir sürede Kapıkule'ye vardık. Türkiye'den çıkar çıkmaz Bulgaristan'ın sıkıntıları ve polislerin küçük hesapları eşliğinde Sofya'da kahvemizi içip nefes aldık...
Sonraki durak Sırbistan. Kalontina'dan sınırı geçerek Belgrad'a uzandık. Bosna'daki yıkımın hala izleri ortadayken Belgrad'ın rahatlığı burukluk oluşturdu bende. Sonraki adım Hırvatistan'ın başkenti Zagreb'e geldiğimizde ise Bosna'nın nefes almasına vesile olmaları ve akabinde Boşnakları katletmeleri arasındaki ikilemi hatırladım. Ortodoksluk-Katolikliklik uyuşmazlığına rağmen "El-kufru milletun wahideh!" mesajı bütün netliğiyle bizi uyarıyordu...
Sonraki adımda ise Avrupa'nın en gelişmiş ülkelerinden sayılan Slovenya'nın kalbine, yani Ljublijana'ya vardık. Kişi başına düşen GSMH'nın tadını çıkarıyor Slovenya. Sınır şehri olan Villas ise dingin bir kasaba hüviyetinde. Belli bir saatten sonra herkesin dinlenmeye çekildiği, hayatın akışının durduğu şirin bir kasaba...
Avusturya'ya girdiğimizde ise artık her şeyiyle Almanya'ya girmiş gibi hissettik kendimizi. Otoban sistemi, iletişim, ödeme biçimleri vb hususlarda Almanya'nın, rengini verdiği bir ülke...
Almanya'nın sanayi şehri Münih'e vardığımızda ise sabah ezanı okunmuştu. Bir günde yedi ülkeyi birden yaşamıştık. "Yedi"nin bir anlamı var mı; "yedi güzel adam"a ya da "Doğu'nun yedi çocuğu"na burdan atıf çıkar mı? Batı'ya gelmenin aslında "Doğu'ya dönmek" olduğu gibi mistik çabalar karşılığını bulur mu yoksa her bir çocuk gibi yeni çocuklar da Batı'ya teslim mi olur!
Tabii ki Avrupa'nın, dolayısıyla Batı'nın hal-i pür melali ile ilgili iddialı şeyler söylemek elbette kısa seyahatlerle doğru olmaz. Ama yakinen anlaşılan şu ki; at sırtında kalbine kadar ulaşılan ve fethedilen Avrupa, uçakla zaten çok yakın ve karayolu ile de ulaşım seçeneğinin ayrı cazibesi var...
Üniversite yıllarımızda hiçbir bahaneye sığınmamış, küçücük cep harçlığımla komşu ülkelerin dördüne gitmiştim; dört yılda dört ülke!
Şimdi azıcık zorlamayla bir günde 7 ülkeyi yaşayabiliyoruz...
Umarım, "Seyahat ediniz sıhhat bulunuz!" emrini, yine getirip "imkanlar"a bağlamazsınız. Zihnimizi açacak, gönlümüzü zenginleştirecek ve bedenimizi farklı iklimlere alıştıracak seyahatler, küçücük dünyalarımızı büyütecek ve mevcut halimize önemli katkılar sunacaktır...
Bu yazıyı, Münih'in merkezinde kuşların cıvıltısı ve suların şırıltısında yazdım. Karnım aç ama umrumda değil, sıhhatli olmak istiyorum...

6 Mayıs 2015 Çarşamba

"Bilmek Azaptır"

Üniversite yıllarında kampüslerimizde “hergele meydan”ları olurdu. Gece boyu yaptığımız okumalar ve müzakerelerin etkisiyle hemen her sabah gözleri mahmur bir şekilde ve çoğu zaman saçları/sakalları dağınık olarak “hergele meydanı”nda buluşurduk…
Savunduğumuz düşünceye uygun elimizde gazete ve kitabımız bulunurdu. Çaylar eşliğinde “dava arkadaşları”mızla bu mekanlarda hasbihal ederdik…
Bugünlerle karşılaştırdığımda seksenli ve doksanlı yıllarda daha dikkatli okuyucular olduğumuzu söyleyebilirim. Daha o yıllarda “kitap okuma”nın zahmetli bir iş olduğunu farketmiştim ama keyifli tarafına odaklanmaya çalışarak kitapla ilişkimi sürdürdüm…
Hani bazen düşüncelerimizi bizden daha iyi ifade eden olur ya; yine hergele meydanı’nda bir sabah gazete okurken yazarın biri “bilmenin zahmeti” üzerinde duruyordu. Tam da düşündüklerime tercüman olarak insanlarımızın neden okumadıkları ve derinlemesine bilgi edinme çabası içerisinde olmadıklarını anlatıyordu…
İmam-ı Azam’a atfedilen; “Bilmediklerim ayaklarımın altına serilseydi başım göklere değerdi” sözü bana hep bilmenin zahmetini hatırlatmıştır. Bilmek, olan durumun ötesine geçip öze ulaşma çabası gibidir. Bir tür hakikate ulaşma çabası. Bu ulaşma çabasının bizatihi kendisi yorucudur ve dolayısıyla tahammülü kolay değildir…
Bilmek, kişinin kendi eksikliğini fark etmesini de sağlar. Çünkü bildikçe, neleri bilmediğimiz ortaya çıkar. Tersinden; ne kadar az şey bildiğimizin anlaşılmasına vesile olur. İmam-ı Azam’ın sözü aslında bir tür “haddini bilmek”tir. Neleri bilmediğini veya bilemeyeceğini anlamaktır. Ölçüsünü ve menzilini bilmektir. Kişiye haddini bildiren de yine kendi bilgisidir…
O yüzden biz üniversitede “herşeyi bilirdik”, bilmediğimiz konularda bile bilgimiz vardı. yeryüzündeki her meseleyle ilgili sözümüz olurdu. Üniversite şartlarında yadırganamaması gereken bu mesele yaş ilerledikçe haddini bilmeye evriliyor, ki bunda en önemli saik bilmenin, kişiyi kendi gerçeği ile yüzleştirmesine vesile olmasıdır. Bir tür Yunus Emre’nin “ilim kendin bilmektir” mısrası gibi…
Geçenlerde bir dost ziyaretinde “bilgi azaptır” sözünü duyunca sarsıldım. Yıllar önce üniversitede okurken istifade ettiğim köşe yazarından çok daha güzel ifade edilmişti. Eskilerin “efradını cami, ağyarını mani” dediği türdendi. Bilginin neden bu denli yorucu olduğunu ve ille de süründüre süründüre kendisine ulaştırdığını, hatta ulaştırırken yeni bilgi menzilleri sunarak bilgisizliğimizi yüzümüze defalarca vurduğunu bir kez daha anladım…
Bilgi yolu çile yoludur ve epeyce uzun bir yoldur. Eğitim-öğretim yıllarımızla asla sınırlandırılamayacak kadar upuzun bir yoldur. Bunun içindir ki Peygamberimiz (sav) “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz!” buyurmuştur. Aslında bir tür “son nefese kadar hakikati arayın!” talimatıdır bu…
Hakikat arayışının ne tür sancılara sebebiyet verdiğini ilgilileri bilirler. Her atlatılan sancıdan sonra daha büyük sancılara gebe olunacağını da…
Daha ilköğretim sıralarında okurken sınıflarımızda ya da okullarımızda “kitap en iyi dosttur” sözü asılı olurdu. O zaman için çok anlam ifade etmeyen bu sözü en iyi gurbette anladım. Dostların olmadığı ya da zamanla nadiren kazanıldığı ortamlarda kitaplar iyi dostlardandır. Ama her dost gibi kitap da “acı söyler” ve hatta bir miktar acımasızdır; uyarır, sarsar, şok eder…
Düşünme bilginin sonucudur, bilmek ise okumanın. Okumanın diğer türleri sayılabilecek seyretme, gezme, bakma vb. eylemler değil kastım. Bizatihi kitap okumayı kastediyorum. Çünkü diğer okuma biçimlerine nazaran kitabı okumak daha en başından zahmetli bir yola girmek demektir. O yol parça parça bildirir, bildirdiği her bilgi zihnimizi açar ve zihin, açıldıkça da sıkıntıya girer. Sonuç itibariyle o sıkıntı/azap insanı insan yapan olgunluğa ulaştırır…
Bunun içindir ki çok okuyanların kafası daha karışıkmış gibi görünür. Çok okuyanların çok bilenlerin cevapları da kısa olmaz. Renkleri bir-iki renk değildir, onlarca renkle bakarlar meselelere. Farklı bakışaçıları bir taraftan zenginlik gibi görünse de her bir yaklaşıma uzun çileli yollarla varmışlardır…
Bilginin azap olduğunu bir ağabeyle paylaştığımda “Ancak alimler Allahtan hakkıyla korkar” (35/28) ayeti ile ilişkilendirdi. Alimlerin korkuya kapılmaları çok şey bilmeleri ile yakından ilgilidir. Bildikçe endişe artar, endişe ise araştırmayı tetikler. Alimleri en çok korkutan önemli diğer husus da “akıbet”in nasıl olacağı hususudur. Akıbetin nasıl olacağı endişesini, Peygamberimiz (sav) bile dualarında eksik etmemişlerdir…

Allah (cc) “emanet”i insanoğluna verir; “göklerin, yerin ve dağların kabul etmediği emanet”i. (33/72). Ayette de belirtildiği gibi “zalim ve cahil” sıfatlarıyla da yaratılmış biz insanlar, bilmenin sancılı yoluna revan olarak hakikat arayışımızı hayırlı bir akıbete dönüştürme gayreti içerisinde olmalıyız…


1 Mayıs 2015 Cuma

Şerefiyle Yaşamak


Eskiler yeni bir işe ya da göreve başlayana ‘Allah mahcup etmesin!’ derler. ‘Allah yüzünü kara çıkarmasın!’ sözü de bir başka ifade biçimi…
Hayat akıp giderken tarihin küçük bir kesitinde imtihanımızı vermekteyiz. ‘Tarihin sonu’ teorilerine rağmen, her dönemde ‘ahir zaman’ yorumlarına rağmen gaybı/geleceği bilemeden kendi gerçeklerimizle yüzleşmekteyiz
Ne kadar çabalasak da yapıp-ettiklerimizle bir şekilde yüzleşiyoruz, yüzleşme bazen yılları alıyor, bazen asırları…
12 Eylül darbesinden aklımda kalan az sayıdaki karelerden biri, darbenin olduğu gün ilçemizdeki medrese öğrencilerinin medrese önündeki kanaldan atlayarak izlerini kaybettirmeleriydi. Evimizin aranması, müftülükler üzerinden vaiz olan babama baskı yapılması gibi karelerle hayatımın farklı evrelerinde yüzleşmiş oldum…
O günün benim açımdan anlaşılması en zor olaylarından biri, neredeyse tüm Türkiye’nin ‘darbe anayasası’na ‘evet!’ demesine rağmen babamların ve çevresindeki bir kısım amcaların ısrarla ve bazı riskleri göze alarak ‘hayır!’ demeleri ve bunu savunmalarıydı. Çocuk aklımla (ağalar, beyler, şeyhler dahil) çoğunluğun razı olduğu bir duruma dışlanma pahasına karşı çıkmayı anlamaya çalışıyordum…
Tarihin akışı içerisinde gün geldi 12 Eylül Anayasası’na %90 evet yerine %90 hayır denir oldu. Geriye o günün şartlarında hayır diyenlerin ödediği bedeller kaldı…
Aslında bu istatistiksel evrilmenin ötesinde zaman, kişisel tarihimizle yüzleşmemize imkan verdi. O gün farklı saiklerle darbeci bir anlayışa evet diyenler hiç olmazsa kendi iç hesaplaşmalarında utanılacak bir iş yapmış oldular. Utanılmayacak, aksine şeref duyulacak davranışı sergileyenler ise sadece kendilerine değil evlatlarına da onurlu bir tarih bırakmış oldular…
Çok sık kullandığımız ‘çocuklarımıza temiz bir gelecek bırakma’ ifadesi aslında her anne babanın arzuladığı bir yaklaşımdır. Maalesef hayatın kısa vadeli gaileleri, ebeveynin uzun boylu gelecek tasavvurunu engellemektedir…
Oysa her ne olursa olsun ‘tertemiz gelecek’ fikrinden uzaklaşmamalı. Ki gün gelip çocuklarımızın (yani geleceğimizin) yakasına onur kırıcı geçmiş asmayalım…
Nice olaylar var ki yaşandığı dönemde çoğunluk tarafından normal görüldüğü halde az sayıda cesur insan tarafından hakikati dile getirilmiş ve bunun için bedeller ödenmiştir. Türkiye’nin darbeler dönemi bunun en iyi örnekleriyle doludur…
28 Şubat davasına ‘müdahil olmak’ duruşmaya gittiğimde YAŞ kararları ile ordudan atılan subaylarla tanıştık. Her birinin hikayesi birer film hüviyetinde. Subayların yaşadıklarını öğrenince şuna kanaat getirdim; bir olayın üzerinden onlarca yıl geçtiğinde geriye tüm o zorluklara rağmen şerefle mi yaşandı yoksa küçük/geçici hesaplarla şeref kaybedildi mi sorusunun cevabı kalıyor. Yitirilen değerler de savunulan değerler de sonraki neslin boynunda asılı duruyor. Yüzleşmemiz gereken husus, hiç kimsenin utanılacak bir gelecek bırakmaya hakkı olmadığı gerçeğidir…
Şerefli bir gelecek oluşturmanın yolu şerefli bir geçmişe sahip olmaktan geçer. O şerefi muhafaza etmek için çoğunluk tabusu ile değil adaletin terazisi ile bakmak gerekir. Lehimize de olsa, aleyhimize de olsa; ‘kızımız Fatıma’ da olsa düşmanımız da olsa adaletle hükmetmeliyiz ki çocuklarımıza şerefli bir gelecek bırakmış olabilelim. Aksi durum ya utanılacak ya da yüzsüzlüğe vurulacak bir durumdur…
Sırf başörtüsüz fotoğraf vermedi diye öğretmenlik yapamayanlar belki 15 yıllık meslek kaybına uğradılar ama çocuklarına, boyunlarını bükecekleri bir tarih bırakmadılar…
Herkesin savaş çığırtkanlığı yaptığı dönemlerde sulha çağıranların sedasına izin verilmedi ama tarih öyle bir mizan ki ölümlere sebebiyet verenlerle ölümleri bitirmeye çalışanların hakkını ayrı ayrı teslim eder…
Bugünü yaşarken aslında yarını da yaşıyoruz. Bugün yaptıklarımız yarın şeref madalyamız ya da utanç kaynağımız olacak. Bugün durduğumuz yer yarın iyisiyle kötüsüyle tapumuz olacak, kaydımızı düşecek. Ne kadar PR yaparsak yapalım gün gelecek geçmişimiz karşımıza çıkacak. Biz hesabını vermesek de evlatlarımız acısını çekecek. Biz meyvesini yemesek de çocuklarımız yiyecek…
Son tahlilde musalla taşına geldiğimizde nerede durduğumuz, nasıl durduğumuz, hak ve hakikate ilişkin tercihlerimizle uğurlanacağız. Yüzümüz ya kara olacak ya da ak.

“ Onlar sanıyorlar ki, biz sussak tarih susmayacak, tarih sussa Hakikat susmayacak. Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak. Halbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar, vicdan azabından kurtulsalar tarihin azabından kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar, Allah’ın gazabından kurtulamayacaklar.”

(Bu yazı 01.05.2015 tarihinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)