Üniversite yıllarında kampüslerimizde “hergele meydan”ları
olurdu. Gece boyu yaptığımız okumalar ve müzakerelerin etkisiyle hemen her
sabah gözleri mahmur bir şekilde ve çoğu zaman saçları/sakalları dağınık olarak
“hergele meydanı”nda buluşurduk…
Savunduğumuz düşünceye uygun elimizde gazete ve kitabımız
bulunurdu. Çaylar eşliğinde “dava arkadaşları”mızla bu mekanlarda hasbihal
ederdik…
Bugünlerle karşılaştırdığımda seksenli ve doksanlı yıllarda
daha dikkatli okuyucular olduğumuzu söyleyebilirim. Daha o yıllarda “kitap
okuma”nın zahmetli bir iş olduğunu farketmiştim ama keyifli tarafına
odaklanmaya çalışarak kitapla ilişkimi sürdürdüm…
Hani bazen düşüncelerimizi bizden daha iyi ifade eden olur
ya; yine hergele meydanı’nda bir sabah gazete okurken yazarın biri “bilmenin
zahmeti” üzerinde duruyordu. Tam da düşündüklerime tercüman olarak
insanlarımızın neden okumadıkları ve derinlemesine bilgi edinme çabası
içerisinde olmadıklarını anlatıyordu…
İmam-ı Azam’a atfedilen; “Bilmediklerim ayaklarımın altına
serilseydi başım göklere değerdi” sözü bana hep bilmenin zahmetini
hatırlatmıştır. Bilmek, olan durumun ötesine geçip öze ulaşma çabası gibidir.
Bir tür hakikate ulaşma çabası. Bu ulaşma çabasının bizatihi kendisi yorucudur
ve dolayısıyla tahammülü kolay değildir…
Bilmek, kişinin kendi eksikliğini fark etmesini de sağlar.
Çünkü bildikçe, neleri bilmediğimiz ortaya çıkar. Tersinden; ne kadar az şey
bildiğimizin anlaşılmasına vesile olur. İmam-ı Azam’ın sözü aslında bir tür
“haddini bilmek”tir. Neleri bilmediğini veya bilemeyeceğini anlamaktır.
Ölçüsünü ve menzilini bilmektir. Kişiye haddini bildiren de yine kendi
bilgisidir…
O yüzden biz üniversitede “herşeyi bilirdik”, bilmediğimiz
konularda bile bilgimiz vardı. yeryüzündeki her meseleyle ilgili sözümüz olurdu.
Üniversite şartlarında yadırganamaması gereken bu mesele yaş ilerledikçe
haddini bilmeye evriliyor, ki bunda en önemli saik bilmenin, kişiyi kendi
gerçeği ile yüzleştirmesine vesile olmasıdır. Bir tür Yunus Emre’nin “ilim
kendin bilmektir” mısrası gibi…
Geçenlerde bir dost ziyaretinde “bilgi azaptır” sözünü
duyunca sarsıldım. Yıllar önce üniversitede okurken istifade ettiğim köşe
yazarından çok daha güzel ifade edilmişti. Eskilerin “efradını cami, ağyarını
mani” dediği türdendi. Bilginin neden bu denli yorucu olduğunu ve ille de
süründüre süründüre kendisine ulaştırdığını, hatta ulaştırırken yeni bilgi
menzilleri sunarak bilgisizliğimizi yüzümüze defalarca vurduğunu bir kez daha
anladım…
Bilgi yolu çile yoludur ve epeyce uzun bir yoldur. Eğitim-öğretim
yıllarımızla asla sınırlandırılamayacak kadar upuzun bir yoldur. Bunun içindir
ki Peygamberimiz (sav) “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz!” buyurmuştur.
Aslında bir tür “son nefese kadar hakikati arayın!” talimatıdır bu…
Hakikat arayışının ne tür sancılara sebebiyet verdiğini
ilgilileri bilirler. Her atlatılan sancıdan sonra daha büyük sancılara gebe
olunacağını da…
Daha ilköğretim sıralarında okurken sınıflarımızda ya da
okullarımızda “kitap en iyi dosttur” sözü asılı olurdu. O zaman için çok anlam
ifade etmeyen bu sözü en iyi gurbette anladım. Dostların olmadığı ya da zamanla
nadiren kazanıldığı ortamlarda kitaplar iyi dostlardandır. Ama her dost gibi
kitap da “acı söyler” ve hatta bir miktar acımasızdır; uyarır, sarsar, şok
eder…
Düşünme bilginin sonucudur, bilmek ise okumanın. Okumanın
diğer türleri sayılabilecek seyretme, gezme, bakma vb. eylemler değil kastım.
Bizatihi kitap okumayı kastediyorum. Çünkü diğer okuma biçimlerine nazaran
kitabı okumak daha en başından zahmetli bir yola girmek demektir. O yol parça
parça bildirir, bildirdiği her bilgi zihnimizi açar ve zihin, açıldıkça da sıkıntıya
girer. Sonuç itibariyle o sıkıntı/azap insanı insan yapan olgunluğa ulaştırır…
Bunun içindir ki çok okuyanların kafası daha karışıkmış gibi
görünür. Çok okuyanların çok bilenlerin cevapları da kısa olmaz. Renkleri
bir-iki renk değildir, onlarca renkle bakarlar meselelere. Farklı bakışaçıları
bir taraftan zenginlik gibi görünse de her bir yaklaşıma uzun çileli yollarla
varmışlardır…
Bilginin azap olduğunu bir ağabeyle paylaştığımda “Ancak alimler
Allahtan hakkıyla korkar” (35/28) ayeti ile ilişkilendirdi. Alimlerin korkuya
kapılmaları çok şey bilmeleri ile yakından ilgilidir. Bildikçe endişe artar,
endişe ise araştırmayı tetikler. Alimleri en çok korkutan önemli diğer husus da
“akıbet”in nasıl olacağı hususudur. Akıbetin nasıl olacağı endişesini,
Peygamberimiz (sav) bile dualarında eksik etmemişlerdir…
Allah (cc) “emanet”i insanoğluna verir; “göklerin, yerin ve
dağların kabul etmediği emanet”i. (33/72). Ayette de belirtildiği gibi “zalim
ve cahil” sıfatlarıyla da yaratılmış biz insanlar, bilmenin sancılı yoluna
revan olarak hakikat arayışımızı hayırlı bir akıbete dönüştürme gayreti
içerisinde olmalıyız…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder