22 Haziran 2015 Pazartesi

“İmam Hatipler İhtiyaçtır"


Geçtiğimiz günlerde düzenlenen 53. Olağan Genel Kurulu’nda İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği (ÖNDER) Genel Başkan`lığına seçilen Halit Bekiroğlu, ulkehaber.com`un sorularını yanıtladı.




“NİTELİKLİ YENİLİK”İ ESAS ALACAĞIZ
G: Öncelikle hayırlı olsun diyelim, yeni başkan seçildiniz. Yeni başkanlık sürecinde ne gibi misyonlar üstleneceksiniz? Ne gibi yenilikler yapacaksınız?
H: Öncelikle bu mülakatınız için teşekkür ediyorum. Konuşacağımız hususlar hem Ülke Haber için hem de imam hatip camiası için inşallah faydalı olur. Ülke Haber’in ağırlıklı olarak gençlere ve hanımlara yönelik haber yapması bizi çok memnun etti. İmam hatiplerin belli bir misyonu zaten var. Malum olduğu üzere İmam Hatip okulları, çocuklarımızın ve gençlerimizin din eğitimine yönelik faaliyet gösteren okulladır. Bu misyonu daha nitelikli bir şekilde devam ettireceğiz.
İmam Hatip misyonunu devam ettirirken yenilikler de katmaya çalışıyoruz. “Zamanın ruhu”ndan bahsediyoruz. Hz.Ali çocuklarına şu nasihati yapıyor: “Çocuklarınızı kendi döneminize göre değil, onların yaşadığı döneme göre yetiştirin.” Dolayısıyla biz bu dönemin ruhuna, şartlarına yönelik yenilikler yaparak bu misyonu daha ileri noktalara taşımaya çalışıyoruz. Bunu genel kurulumuz öncesinde ve sonrasında ciddi bir şekilde uygulamaya başladık.
Öncelikle kadromuzda önemli oranda yenilik yaptık. Yönetim kurulumuzda %50 civarında yenilenme söz konusu oldu. Eski arkadaşlarımızın çok büyük katkıları ve emekleri oldu fakat bizim artık yeni insanlara ve gençlere yol açmamız gerekiyordu ki onlar kendi dönemlerinin ruhunu daha iyi yansıtabilsinler. Bir de 11. kurultayımızı “nitelikli yenilik” temasıyla düzenledik. Dolayısıyla imam hatipli öğrencilerimizin kalitesini nasıl arttırabiliriz ve bunun için neler yapabiliriz gayreti içinde olmaya çalışacağız.
“İMAM HATİPLİLER DAHA ETKİN HALE GELECEK”
G: Geçmiş dönemlere baktığımızda, imam hatip mezunlarının devletin birçok bölümünde siyasi anlamda başrolü oynadığını görüyoruz, en büyük örneği Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan. Peki, yeni mezunlarda bu tarz misyonlarda görev alabilecek, daha ileriye taşıyabilecek arkadaşlarımızı ve mezunlarımızı görebiliyor musunuz? Geleceğe nasıl bakıyorsunuz?
H: Bahsettiğiniz gibi Sayın Cumhurbaşkanımız imam hatip mezunu ve aynı zamanda ÖNDER Derneğimizin de üyesi. Çok sayıda siyasetçi de imam hatip mezunu ama sadece siyaset alanında değil; bürokraside, iş hayatında, sosyal hayatta, kültürel hayatta ve hatta sporda imam hatip mezunu olan etkili insanlar var. Ama günümüzde siyaset biraz daha ön plana çıktığı için daha çok siyaseti konuşuyoruz. Burada imam hatiplilerin bir karakteristik özelliğinden bahsetmem lazım; İmam hatip okullarındaki öğrencilerin sosyal ve toplumsal tarafı çok daha güçlü. Bence imam hatip mezunlarının siyasette bu kadar etkili olmalarının bir sebebi de budur. Bu konuyla ilgili ciddi akademik çalışmalar da var. Ona dayanarak bunu söylüyorum, nitekim bizim gözlemlerimiz de bu yönde.
Biz akademik başarıyı çok önemsemekle beraber öğrencilerimize sadece akademik başarı merkezli bakmak istemiyoruz. Bir öğrencimiz akademik anlamda başarı gösterir, bir öğrencimiz sporda başarı gösterir, diğeri sanatta başarı gösterir, diğeri sosyal faaliyetlerde başarı gösterir. Ama şunu önemsiyoruz; her bir öğrencimiz başarılı olsun, başarı duygusunu yaşasın istiyoruz. Bu yönüyle imam hatipler, sosyal ve toplumsal tarafı etkili olan okullardır. Öğrencilerimizin bundan sonraki dönemlerde sadece Türkiye değil, ülkemiz dışında da imam hatipli gençlerimizin daha etkili olacağını düşünüyorum.
Ama şunu belirtmem lazım, imam hatip öğrencileriyle ilgili bir kesinti yaşandı. 28 Şubat sürecinden bu yana imam hatip öğrencileri çok sağlıklı bir şekilde eğitim hayatına ve sonraki yaşama yönelemediler ama bundan sonra yeni imam hatiplilerin hem ülkemizde hem de diğer coğrafyalarda iz bırakacak işlere imza atacaklarına inanıyorum.
“İMAM HATİPLER İHTİYAÇTIR”
G: Hazır yeri gelmişken sorayım, imam hatipliler misyonlarını tamamladığına dair eleştiriler yapılıyor. Siz misyonu tamamladığını düşünüyor musunuz? Bu eleştirilere karşı düşünceleriniz nelerdir?
H: İmam hatiplilerin ihtiyaç olup olmadığı sorusuna cevap verirsek bu soruya da cevap vermiş oluruz. Son dönemlerde biraz da oryantalist bakış açısıyla dışarıdan, İslam dünyasının gelişimine yönelik bir yaklaşım olarak söyleniyor bence. Bu daha mikro ölçekte, Türkiye’de imam hatipliler için dillendiriliyor. İmam hatipler bu ülke insanının en temel ihtiyacı olan din eğitiminde ortaya çıktığı için, misyonunu tamamlamaları da mümkün değildir.
İhtiyaç meselesini biraz daha açalım; özellikle Cumhuriyetle beraber insanlarımızın kendi çocuklarına din eğitimini verme zorluğu sebebiyle imam hatipler ortaya çıktı. Yani bu ülke Müslüman bir ülke, bu ülkenin insanı da Müslüman ve kendi çocuklarının da İslam’ı bilmesini, anlamasını istiyor. Din eğitimini almasını istiyor, ama aynı zamanda kendi çocuğunun iş hayatına da katılmasını istiyor, başarılı olmasını istiyor, meslek sahibi olmasını istiyor. İmam hatiplerin avantajı şu; İmam hatipler hem din eğitimi veriyor, hem de meslek edinmeye yönelik eğitim veriyor.
Dolayısıyla Türkiye’de insanların ihtiyaç duyduğu bir alan. İhtiyaç olduğu için de misyonu tamamlaması gibi bir şey söz konusu değil. Modern dönemde kapitalistleşmeyle birlikte insanlarımızın çok fazla bireyselleşmesi, aşırı tüketici toplum olmamız ve bencilleşmemiz vs. tüm bunları hesaba kattığımızda imam hatipli öğrencilerde bahsettiğim fedakârlığa dayalı sosyal ve toplumsal vurgu, ailelerimizin, gençlerimizin de ihtiyaç duyduğu bir durumdur.

“TOPLUMUMUZA EN UYGUN ÖĞRENİM MODELİ İMAM HATİPLERDİR”
G:Siz Marmara Üniversitesi mezunusunuz,  Marmara Üniversitesi’ndeki imam hatip mezunu olan öğrencilerin farkını görebiliyor musunuz?
H: Dediğim gibi 28 Şubat’tan dolayı ciddi bir kesinti var. Şuanda Marmara Üniversitesine imam hatip mezunu olarak gelen öğrenci sayısı bizim dönemimize göre daha az. İmam hatipli öğrenciler iyi diğerleri kötü diye asla düşünemeyiz. İmam hatiplilerin diğer öğrencilere göre avantajı var, hem bahsettiğimiz ahlak ve din eğitimini veriyor hem de normal eğitim için gerekli olan sosyal, sayısal vs. bütün bilgileri veriyor. Bunun için imam hatip modelinin bizim topluma çok daha uygun bir model olduğunu düşünüyorum. Üniversitede imam hatip okuyan öğrenciyle imam hatip okumayan öğrenci arasında elbette bir miktar fark oluyor. Diğer öğrencilerimizi ayrıştırmadan şunu söyleyebiliriz ki imam hatipliler, toplumumuzun örf ve adetlerine, kültürüne, medeniyet kodlarına daha yakın bir yerde duruyor.
“ARTIŞ DEĞİL, HAK İADESİ OLMUŞTUR”
G: Şuan imam hatip okullarının hızlı artışına yönelik eleştiriler oluyor. Siz bu artışı çok görüyor musunuz, yeterli mi yoksa eksik mi? Daha da üstüne katılması gerekiyor mu sizce?
H: Siz medya alanıyla ilgileniyorsunuz, iyi bilirsiniz ki eleştiride olumsuzluklar, olumlu duruma göre medyada daha fazla ön plana çıkar. Ama aslında az önce de konuştuğumuz gibi ihtiyaç söz konusu olduğu için insanlar çocuklarını isteyerek gönderiyor imam hatiplere. Hem din eğitimi için hem de ahlak bakımından ihtiyaç duydukları için. Yani tamamen ihtiyaçtan kaynaklanan bir durumla karşı karşıyayız.
Dolayısıyla, çok fazla imam hatip var demenin bir anlamı yok. Şöyle bir istatistik paylaşayım; Sanılıyor ki imam hatipler çoğaldı şu oldu bu oldu, doğru son 3-4 yılda imam hatiplerin sayısı diğer yıllara nispeten hızlı arttı. Ama 28 Şubat’tan bugüne kadar da çok ciddi bir kesinti vardı. Bunu hesaba kattığınızda ve dönüp 28 Şubat öncesindeki oranla kıyasladığınızda bugün, daha yeni imam hatip öğrencilerimizin sayısı 28 Şubat’tan öncesinin oranına ulaşmış durumda. O zaman yüzde 10-12 civarlarındaydı şimdi yine yaklaşık aynı oranlarda değişiyor. Dolayısıyla burada, abartılı bir artış söz konusu değil, tam tersine bir hak iadesi söz konusudur. Özetle, imam hatiplilerin önü kesilmişti, şimdi 28 Şubat öncesinin oranına dönmüş olduk.
“İMAM HATİP MEZUNU ÇOK BAŞARILI İŞ ADAMI OLABİLİR”
G: İmam hatip mezunlarının Türkiye ekonomisindeki kalkındırmaya yönelik finansal başarısını nasıl görüyorsunuz?
H: Bu sorunuza iş adamı kimliğimle cevap vereyim. İmam hatip mezunuyum, tarih bölümünden mezun oldum ama dış ticaretle uğraşıyorum. Çok sayıda ülkeyle ticaretimiz var. İhracat-ithalat faaliyetleri yapıyoruz. Türkiye’mizin gıda üzerine önemli bazı markalarının yurtdışında temsilciliğini, distribütörlüğünü yürütüyor, ülkemizi ekonomik anlamda da dışarıda temsil etmiş oluyoruz. Demek ki bir imam hatipli iş adamı da olabilir, finansla ilgili kendi ülkesinde katkıda da bulunabilir, âlim de olabilir, sporcu da olabilir ve sanatçı da olabilir. Biz de bunu söylemeye çalışıyoruz ama ülkede siyaset daha belirgin olduğu için imam hatip mezunlarının sadece siyasetçi tarafı daha bir ön plana çıkıyor. Aksine iş hayatında da, ekonomik hayatta da ve diğer alanlarda da aktif imam hatipliler var.
G:Öncelikle sorularımıza içten ve samimi bir şekilde cevap verdiğiniz için çok teşekkür ederim, benim unuttuğum ve sizin söylemek istedikleriniz var mı?

H: Ben de çok teşekkür ederim, haber anlayışınız gayet güzel. Umarım gençlere ve bayanlara yönelik, ülkemizde özellikle kültürel, sanatsal, sportif çalışmalara daha fazla katkıda bulunursunuz.
(Bu röportaj Ülkehaber'de yayınlanmıştır)

21 Mayıs 2015 Perşembe

İmam Hatip Okullarında Nitelik

Seçim sathı mailine girerken gündemdeki tartışmalardan biri de İmam Hatip okulları…
Öncelikle şu tespiti yapmak lazım; İmam Hatip okulları darbelerden en çok etkilenmiş ve her defasında küllerinden yeniden doğmuş okullardır. İmam Hatip tarihi bir tür sivilleşme, hak ve adalet mücadelesi tarihidir. Okullar bu yönüyle, eğitim/öğretim faaliyetinin yanında sosyal role de sahiptir…
Dolayısıyla bugünlerde bazı siyasilerin, İmam Hatip okullarını akamete uğratmaya dönük yaklaşımları en başta “millet”i rahatsız eder ve milletin buna tahammül mümkün değildir…
İmam Hatiplerin elbette nitelik problemleri var. Bu kadar yıl sekteye uğratılmış okulların bir anda mükemmel okullara dönüşmesini beklemek haksızlık olur…
Hemen her İmam Hatip mezunun sıkça dillendirdiği “eskiden farklı bir ruh vardı” söylemi bu günlerde sıkça tekrarlanır oldu. Bu söylemin tabi ki nostaljik boyutu da var ama İmam Hatip okulları eskisi ile kıyaslanmayacak farklı bir realite ile karşı karşıya. Bu realiteyi doğru tespit etmezsek yanlış kıyasların etkisiyle çözümden uzaklaşırız...
İmam Hatipleri eski ile kıyaslamadan önce bu noktaya gelişin serüvenini iyi bilmek gerekir. 28 Şubat postmodern darbesi İmam Hatiplerin orta bölümünü kapatarak ve katsayı uygulaması başlatarak ağır bir travma yaşanmasına sebep oldu. Sayıları ciddi olarak düşen ve bitme noktasına gelen bu okullar milletin çabalarıyla ayakta kaldı. Son birkaç yılda İmam Hatiplerin önü açılınca okullara ciddi bir rağbet oldu...
Takdir edilir ki 15 yıllık travmayı hemen atlatmak elbette mümkün değil. Bu ciddi kesinti, “İmam Hatip ruhu”nun sürekliliğine de en büyük darbeyi vurdu…
Bununla birlikte okullardaki yöneticiler, öğretmenler de bu süreçten etkilendiler ve bir kısmı hala 28 Şubat psikolojisinden sıyrılabilmiş değil. Genç idareciler ve öğretmenler ise heyecanlarına rağmen 28 Şubat öncesi ruh ile olan irtibat zayıflığının eksikliğini yaşamaktadırlar…
Bir özeleştiri yapacak olursak niteliğin daha hızlı artmamasında modernleşen yaşam tarzımızda “fedakarlık”ın azalması, yerine bireyselliği bırakmasının da önemli etkisi var. “Başkası için çabalama” duygusunun azalması bizi, kendimizi merkeze alan ve dolayısıyla “daraltan” duruma düşürmektedir…
Aksine fedakarlık yapan, her bir öğrenciyi önemseyen, öğrencinin iç alemi ve sorunlarıyla ilgilenen, küçücük bir problemi bile önemseyerek çözüm bulmaya çalışan, geliştirmeye ve ilerletmeye çabalayan kişiler, kurumlar ve organizasyonlar İmam Hatiplerin yeniden eski ruhuna kavuşmasında önemli rol üstlenmektedirler…
Niteliğin arttırılmasında “başarı” kavramı önemlidir. Şüphesiz nitelik başarıyı, başarı da niteliği tetikler. Ama başarıyı sadece “akademik başarı” olarak görürsek yanlış bir sınırlamaya gitmiş oluruz. Her bir gencimiz ayrı bir dünya ve ayrı bir değer olduğuna göre her birinin başarı gösterebileceği yeteneği ve alanı da farklıdır. Kimi sanatta, kimi derslerde, kimi ilmi çalışmalarda, kimi sporda, kimi de sosyal faaliyetlerde başarılı olacaktır…
Farklı alanlarda başarılı olmalarına imkan sağlamadığımız çocuklarımızı bilerek ya da bilmeyerek öldürmüş oluyoruz…
İmam Hatipler başta da ifade ettiğimiz gibi sosyal rolü etkili olan okullardır. Sadece akademik başarı sağlayan çocukların önemsenmesi, İmam Hatiplerin niteliğinin arttırılması için kesinlikle yeterli değildir…
Onbeş yıllık kayıp dönemin zararını telafi etmek için bir tür seferberlik uygulaması gerekir. Her bir gencimizi ayrı bir dünya olarak ele alıp maneviyatıyla, dersleriyle, sosyalliğiyle, inceliğiyle daha bir ileri taşımak için idarecilerimizin, öğretmenlerimizin, derneklerimizin, gönüllülerimizin can havliyle çaba sarfetmesi elzemdir…
Nitelikli toplulukları hiç kimse ve hiçbir şey engelleyemez. Bugün engellenir yarın ortaya çıkar. Burada engellenir bir başka yerde ortaya çıkar…

14 Mayıs 2015 Perşembe

Bir Günde Avrupa Turu

Seyahat etmek için, uzunca listelenen şartların oluşmasına gerek olmadığına inananlardanım. Bu yönüyle "zuhurata tabi olanlar" meşrebindenim. Anlık kararla, seyahate çıkmış, ikibin km'yi karayoluyla katetmiş biri olarak, Münih'ten bu satırları yazıyorum...
Aniden seyahate karar vermenin uzunca planlardan daha doğal olduğu kanaatindeyim. Tam teşekküllü, günlerce hazırlığı yapılan seyahatlerin de şüphesiz ayrı tadı var ama ben içinde sürprizler barındıran seyahatleri daha çok seviyorum. Akıbetimizin nasıl olacağının belirsizliği gibi kendimi seyahatin kucağına bırakmak istiyorum... 
Kıymetli Ümit Aktaş Ağabey, yazdığım bazı mısraları eleştirmesi için kendisiyle paylaştığımda, "yolda olmak mı aşkta olmaktır" mısramı beğendiğini ve kullanmak istediğini söylemişti. "Yola revan olma"nın kendi başına anlamlı olduğuna ve "meçhule yolculuk" gibi aynı anda çok farklı dünyaları yaşattığına hep inandım. Yolun bizzat kendisinin de kıymetli olduğunu ise bizzat yaşıyorum...
Kıymetli dost Asım Gültekin üniversite yıllarında trenle Avrupa turuna davet etmişti. Bilmiyorum, belki de esin kaynağı Cahit Zarifoğlu'nun otostopla tüm Avrupa'yı gezmesiydi. O günün şartlarında şartlarımızı biraz zorlasak belki biz de o tura katılabilecektik. Geriye; yapanların yapmış olduğu, yapmayanların ise "yapamadığı" ve tabii ki pişman olduğu bir anı kalmış oldu...
Bu defa karşıma çıkan Avrupa turunu kaçırmak istemedim. Her zamankinden yoğun bir atmosferde, kararımı belki de mistik olarak tetikleyen, Ahi Çelebi Cami'sinde birkaç gün önce kıldığım namaz oldu. Malumunuz rivayete göre o mekanda Evliya Çelebi rüyasında Peygamberimiz (sav)'i görür ve "Şefaat Ya Resulullah!" diyeceği yerde heyecandan "Seyahat Ya Resulullah!" der...
Belki de Evliya Çelebi'nin motivasyonu ile Pazartesi sabah namazından sonra akrabam Veysel ile yola çıktık. "Alman arabası"nın da gücüyle kısa bir sürede Kapıkule'ye vardık. Türkiye'den çıkar çıkmaz Bulgaristan'ın sıkıntıları ve polislerin küçük hesapları eşliğinde Sofya'da kahvemizi içip nefes aldık...
Sonraki durak Sırbistan. Kalontina'dan sınırı geçerek Belgrad'a uzandık. Bosna'daki yıkımın hala izleri ortadayken Belgrad'ın rahatlığı burukluk oluşturdu bende. Sonraki adım Hırvatistan'ın başkenti Zagreb'e geldiğimizde ise Bosna'nın nefes almasına vesile olmaları ve akabinde Boşnakları katletmeleri arasındaki ikilemi hatırladım. Ortodoksluk-Katolikliklik uyuşmazlığına rağmen "El-kufru milletun wahideh!" mesajı bütün netliğiyle bizi uyarıyordu...
Sonraki adımda ise Avrupa'nın en gelişmiş ülkelerinden sayılan Slovenya'nın kalbine, yani Ljublijana'ya vardık. Kişi başına düşen GSMH'nın tadını çıkarıyor Slovenya. Sınır şehri olan Villas ise dingin bir kasaba hüviyetinde. Belli bir saatten sonra herkesin dinlenmeye çekildiği, hayatın akışının durduğu şirin bir kasaba...
Avusturya'ya girdiğimizde ise artık her şeyiyle Almanya'ya girmiş gibi hissettik kendimizi. Otoban sistemi, iletişim, ödeme biçimleri vb hususlarda Almanya'nın, rengini verdiği bir ülke...
Almanya'nın sanayi şehri Münih'e vardığımızda ise sabah ezanı okunmuştu. Bir günde yedi ülkeyi birden yaşamıştık. "Yedi"nin bir anlamı var mı; "yedi güzel adam"a ya da "Doğu'nun yedi çocuğu"na burdan atıf çıkar mı? Batı'ya gelmenin aslında "Doğu'ya dönmek" olduğu gibi mistik çabalar karşılığını bulur mu yoksa her bir çocuk gibi yeni çocuklar da Batı'ya teslim mi olur!
Tabii ki Avrupa'nın, dolayısıyla Batı'nın hal-i pür melali ile ilgili iddialı şeyler söylemek elbette kısa seyahatlerle doğru olmaz. Ama yakinen anlaşılan şu ki; at sırtında kalbine kadar ulaşılan ve fethedilen Avrupa, uçakla zaten çok yakın ve karayolu ile de ulaşım seçeneğinin ayrı cazibesi var...
Üniversite yıllarımızda hiçbir bahaneye sığınmamış, küçücük cep harçlığımla komşu ülkelerin dördüne gitmiştim; dört yılda dört ülke!
Şimdi azıcık zorlamayla bir günde 7 ülkeyi yaşayabiliyoruz...
Umarım, "Seyahat ediniz sıhhat bulunuz!" emrini, yine getirip "imkanlar"a bağlamazsınız. Zihnimizi açacak, gönlümüzü zenginleştirecek ve bedenimizi farklı iklimlere alıştıracak seyahatler, küçücük dünyalarımızı büyütecek ve mevcut halimize önemli katkılar sunacaktır...
Bu yazıyı, Münih'in merkezinde kuşların cıvıltısı ve suların şırıltısında yazdım. Karnım aç ama umrumda değil, sıhhatli olmak istiyorum...

6 Mayıs 2015 Çarşamba

"Bilmek Azaptır"

Üniversite yıllarında kampüslerimizde “hergele meydan”ları olurdu. Gece boyu yaptığımız okumalar ve müzakerelerin etkisiyle hemen her sabah gözleri mahmur bir şekilde ve çoğu zaman saçları/sakalları dağınık olarak “hergele meydanı”nda buluşurduk…
Savunduğumuz düşünceye uygun elimizde gazete ve kitabımız bulunurdu. Çaylar eşliğinde “dava arkadaşları”mızla bu mekanlarda hasbihal ederdik…
Bugünlerle karşılaştırdığımda seksenli ve doksanlı yıllarda daha dikkatli okuyucular olduğumuzu söyleyebilirim. Daha o yıllarda “kitap okuma”nın zahmetli bir iş olduğunu farketmiştim ama keyifli tarafına odaklanmaya çalışarak kitapla ilişkimi sürdürdüm…
Hani bazen düşüncelerimizi bizden daha iyi ifade eden olur ya; yine hergele meydanı’nda bir sabah gazete okurken yazarın biri “bilmenin zahmeti” üzerinde duruyordu. Tam da düşündüklerime tercüman olarak insanlarımızın neden okumadıkları ve derinlemesine bilgi edinme çabası içerisinde olmadıklarını anlatıyordu…
İmam-ı Azam’a atfedilen; “Bilmediklerim ayaklarımın altına serilseydi başım göklere değerdi” sözü bana hep bilmenin zahmetini hatırlatmıştır. Bilmek, olan durumun ötesine geçip öze ulaşma çabası gibidir. Bir tür hakikate ulaşma çabası. Bu ulaşma çabasının bizatihi kendisi yorucudur ve dolayısıyla tahammülü kolay değildir…
Bilmek, kişinin kendi eksikliğini fark etmesini de sağlar. Çünkü bildikçe, neleri bilmediğimiz ortaya çıkar. Tersinden; ne kadar az şey bildiğimizin anlaşılmasına vesile olur. İmam-ı Azam’ın sözü aslında bir tür “haddini bilmek”tir. Neleri bilmediğini veya bilemeyeceğini anlamaktır. Ölçüsünü ve menzilini bilmektir. Kişiye haddini bildiren de yine kendi bilgisidir…
O yüzden biz üniversitede “herşeyi bilirdik”, bilmediğimiz konularda bile bilgimiz vardı. yeryüzündeki her meseleyle ilgili sözümüz olurdu. Üniversite şartlarında yadırganamaması gereken bu mesele yaş ilerledikçe haddini bilmeye evriliyor, ki bunda en önemli saik bilmenin, kişiyi kendi gerçeği ile yüzleştirmesine vesile olmasıdır. Bir tür Yunus Emre’nin “ilim kendin bilmektir” mısrası gibi…
Geçenlerde bir dost ziyaretinde “bilgi azaptır” sözünü duyunca sarsıldım. Yıllar önce üniversitede okurken istifade ettiğim köşe yazarından çok daha güzel ifade edilmişti. Eskilerin “efradını cami, ağyarını mani” dediği türdendi. Bilginin neden bu denli yorucu olduğunu ve ille de süründüre süründüre kendisine ulaştırdığını, hatta ulaştırırken yeni bilgi menzilleri sunarak bilgisizliğimizi yüzümüze defalarca vurduğunu bir kez daha anladım…
Bilgi yolu çile yoludur ve epeyce uzun bir yoldur. Eğitim-öğretim yıllarımızla asla sınırlandırılamayacak kadar upuzun bir yoldur. Bunun içindir ki Peygamberimiz (sav) “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz!” buyurmuştur. Aslında bir tür “son nefese kadar hakikati arayın!” talimatıdır bu…
Hakikat arayışının ne tür sancılara sebebiyet verdiğini ilgilileri bilirler. Her atlatılan sancıdan sonra daha büyük sancılara gebe olunacağını da…
Daha ilköğretim sıralarında okurken sınıflarımızda ya da okullarımızda “kitap en iyi dosttur” sözü asılı olurdu. O zaman için çok anlam ifade etmeyen bu sözü en iyi gurbette anladım. Dostların olmadığı ya da zamanla nadiren kazanıldığı ortamlarda kitaplar iyi dostlardandır. Ama her dost gibi kitap da “acı söyler” ve hatta bir miktar acımasızdır; uyarır, sarsar, şok eder…
Düşünme bilginin sonucudur, bilmek ise okumanın. Okumanın diğer türleri sayılabilecek seyretme, gezme, bakma vb. eylemler değil kastım. Bizatihi kitap okumayı kastediyorum. Çünkü diğer okuma biçimlerine nazaran kitabı okumak daha en başından zahmetli bir yola girmek demektir. O yol parça parça bildirir, bildirdiği her bilgi zihnimizi açar ve zihin, açıldıkça da sıkıntıya girer. Sonuç itibariyle o sıkıntı/azap insanı insan yapan olgunluğa ulaştırır…
Bunun içindir ki çok okuyanların kafası daha karışıkmış gibi görünür. Çok okuyanların çok bilenlerin cevapları da kısa olmaz. Renkleri bir-iki renk değildir, onlarca renkle bakarlar meselelere. Farklı bakışaçıları bir taraftan zenginlik gibi görünse de her bir yaklaşıma uzun çileli yollarla varmışlardır…
Bilginin azap olduğunu bir ağabeyle paylaştığımda “Ancak alimler Allahtan hakkıyla korkar” (35/28) ayeti ile ilişkilendirdi. Alimlerin korkuya kapılmaları çok şey bilmeleri ile yakından ilgilidir. Bildikçe endişe artar, endişe ise araştırmayı tetikler. Alimleri en çok korkutan önemli diğer husus da “akıbet”in nasıl olacağı hususudur. Akıbetin nasıl olacağı endişesini, Peygamberimiz (sav) bile dualarında eksik etmemişlerdir…

Allah (cc) “emanet”i insanoğluna verir; “göklerin, yerin ve dağların kabul etmediği emanet”i. (33/72). Ayette de belirtildiği gibi “zalim ve cahil” sıfatlarıyla da yaratılmış biz insanlar, bilmenin sancılı yoluna revan olarak hakikat arayışımızı hayırlı bir akıbete dönüştürme gayreti içerisinde olmalıyız…


1 Mayıs 2015 Cuma

Şerefiyle Yaşamak


Eskiler yeni bir işe ya da göreve başlayana ‘Allah mahcup etmesin!’ derler. ‘Allah yüzünü kara çıkarmasın!’ sözü de bir başka ifade biçimi…
Hayat akıp giderken tarihin küçük bir kesitinde imtihanımızı vermekteyiz. ‘Tarihin sonu’ teorilerine rağmen, her dönemde ‘ahir zaman’ yorumlarına rağmen gaybı/geleceği bilemeden kendi gerçeklerimizle yüzleşmekteyiz
Ne kadar çabalasak da yapıp-ettiklerimizle bir şekilde yüzleşiyoruz, yüzleşme bazen yılları alıyor, bazen asırları…
12 Eylül darbesinden aklımda kalan az sayıdaki karelerden biri, darbenin olduğu gün ilçemizdeki medrese öğrencilerinin medrese önündeki kanaldan atlayarak izlerini kaybettirmeleriydi. Evimizin aranması, müftülükler üzerinden vaiz olan babama baskı yapılması gibi karelerle hayatımın farklı evrelerinde yüzleşmiş oldum…
O günün benim açımdan anlaşılması en zor olaylarından biri, neredeyse tüm Türkiye’nin ‘darbe anayasası’na ‘evet!’ demesine rağmen babamların ve çevresindeki bir kısım amcaların ısrarla ve bazı riskleri göze alarak ‘hayır!’ demeleri ve bunu savunmalarıydı. Çocuk aklımla (ağalar, beyler, şeyhler dahil) çoğunluğun razı olduğu bir duruma dışlanma pahasına karşı çıkmayı anlamaya çalışıyordum…
Tarihin akışı içerisinde gün geldi 12 Eylül Anayasası’na %90 evet yerine %90 hayır denir oldu. Geriye o günün şartlarında hayır diyenlerin ödediği bedeller kaldı…
Aslında bu istatistiksel evrilmenin ötesinde zaman, kişisel tarihimizle yüzleşmemize imkan verdi. O gün farklı saiklerle darbeci bir anlayışa evet diyenler hiç olmazsa kendi iç hesaplaşmalarında utanılacak bir iş yapmış oldular. Utanılmayacak, aksine şeref duyulacak davranışı sergileyenler ise sadece kendilerine değil evlatlarına da onurlu bir tarih bırakmış oldular…
Çok sık kullandığımız ‘çocuklarımıza temiz bir gelecek bırakma’ ifadesi aslında her anne babanın arzuladığı bir yaklaşımdır. Maalesef hayatın kısa vadeli gaileleri, ebeveynin uzun boylu gelecek tasavvurunu engellemektedir…
Oysa her ne olursa olsun ‘tertemiz gelecek’ fikrinden uzaklaşmamalı. Ki gün gelip çocuklarımızın (yani geleceğimizin) yakasına onur kırıcı geçmiş asmayalım…
Nice olaylar var ki yaşandığı dönemde çoğunluk tarafından normal görüldüğü halde az sayıda cesur insan tarafından hakikati dile getirilmiş ve bunun için bedeller ödenmiştir. Türkiye’nin darbeler dönemi bunun en iyi örnekleriyle doludur…
28 Şubat davasına ‘müdahil olmak’ duruşmaya gittiğimde YAŞ kararları ile ordudan atılan subaylarla tanıştık. Her birinin hikayesi birer film hüviyetinde. Subayların yaşadıklarını öğrenince şuna kanaat getirdim; bir olayın üzerinden onlarca yıl geçtiğinde geriye tüm o zorluklara rağmen şerefle mi yaşandı yoksa küçük/geçici hesaplarla şeref kaybedildi mi sorusunun cevabı kalıyor. Yitirilen değerler de savunulan değerler de sonraki neslin boynunda asılı duruyor. Yüzleşmemiz gereken husus, hiç kimsenin utanılacak bir gelecek bırakmaya hakkı olmadığı gerçeğidir…
Şerefli bir gelecek oluşturmanın yolu şerefli bir geçmişe sahip olmaktan geçer. O şerefi muhafaza etmek için çoğunluk tabusu ile değil adaletin terazisi ile bakmak gerekir. Lehimize de olsa, aleyhimize de olsa; ‘kızımız Fatıma’ da olsa düşmanımız da olsa adaletle hükmetmeliyiz ki çocuklarımıza şerefli bir gelecek bırakmış olabilelim. Aksi durum ya utanılacak ya da yüzsüzlüğe vurulacak bir durumdur…
Sırf başörtüsüz fotoğraf vermedi diye öğretmenlik yapamayanlar belki 15 yıllık meslek kaybına uğradılar ama çocuklarına, boyunlarını bükecekleri bir tarih bırakmadılar…
Herkesin savaş çığırtkanlığı yaptığı dönemlerde sulha çağıranların sedasına izin verilmedi ama tarih öyle bir mizan ki ölümlere sebebiyet verenlerle ölümleri bitirmeye çalışanların hakkını ayrı ayrı teslim eder…
Bugünü yaşarken aslında yarını da yaşıyoruz. Bugün yaptıklarımız yarın şeref madalyamız ya da utanç kaynağımız olacak. Bugün durduğumuz yer yarın iyisiyle kötüsüyle tapumuz olacak, kaydımızı düşecek. Ne kadar PR yaparsak yapalım gün gelecek geçmişimiz karşımıza çıkacak. Biz hesabını vermesek de evlatlarımız acısını çekecek. Biz meyvesini yemesek de çocuklarımız yiyecek…
Son tahlilde musalla taşına geldiğimizde nerede durduğumuz, nasıl durduğumuz, hak ve hakikate ilişkin tercihlerimizle uğurlanacağız. Yüzümüz ya kara olacak ya da ak.

“ Onlar sanıyorlar ki, biz sussak tarih susmayacak, tarih sussa Hakikat susmayacak. Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak. Halbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar, vicdan azabından kurtulsalar tarihin azabından kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar, Allah’ın gazabından kurtulamayacaklar.”

(Bu yazı 01.05.2015 tarihinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)

23 Nisan 2015 Perşembe

Emin ve Emanet

“Kutlu Doğum” günlerindeyiz…
Bir taraftan “üç aylar”a girmenin telaşındayız, bir taraftan Regaip Kandili’nin çatkapı gelmesinin şaşkınlığında…
Kutlu Doğum’un menşei tartışmasına girmeden Peygamberimiz Hz.Muhammet (sav)’i yadetmeye vesile olarak değerlendirip ibadetimize, zikrimize, tefekkürümüze katkısına odaklanabilecekken, anlamsız kutlama ritüelleriyle meşgulüz;
Kur’an görünümlü pastalar, garip doğum günü kıyafetleri, bol eğlenceli şenlikler…
Haklı olarak “Fe eyne tezhebûn?” mesajı bir tokat gibi yüzümüzde patlıyor…
ÖNDER (İmam Hatip Mezunları ve Mensupları Derneği) Kutlu Doğum için her yıl bir tema belirliyor. Tema belirlenirken uzun uzun üzerinde çalışılıyor, müzakereler yapılıyor. Her yıl, geçici olmayan ve dolayısıyla güncel meselelerimize de tekabül eden, eksikliğini hissettiğimiz bir kavram ön plana çıkarılıyor…
ÖNDER’in bu yıl Kutlu Doğum için belirlediği tema; “el-Emin”
Aynı şekilde Diyanet İşleri Başkanlığı da her yıl Kutlu Doğum ile ilgili bir tema belirliyor. Bu yıl ki tema “emanet”
ÖNDER 2013’te “edeb”, 2014’te ise “kardeşlik” temasını çalışmış, ağırlıklı olarak İstanbul olmak üzere tüm Türkiye’de bu başlıklar etrafında konferanslar, seminerler düzenlemişti…
Özellikle geçen yıl işlenen “kardeşlik” teması birkaç açıdan anlamlıydı;
Mısır’da yıllardır devam eden zalim yönetim devrilmiş, yerine meşru bir iktidar gelmiş ama hem yerel hem uluslararası zalimler bu yönetime tahammül etmemiş ve kanlı bir şekilde yönetimi yeniden gasp etmişlerdi. Mısır’daki kardeşlerimizin acısını paylaşmak ve onlara destek olmak için kardeşlik vurgusu önemliydi…
Ayrıca eşzamanlı olarak yanı başımızda Ortadoğu’da Müslümanlar anlamsız bir şekilde mezhep, meşrep, etnisite üzerinden ayrışmakta ve yer yer birbirlerini katletmekteydiler. Bu çatışmanın taraflarından birini desteklemek daha fazla kanın akması dışında pek bir işe yaramıyordu. Türkiye’de de ihtilafların acımasızlaştığı bir dönemde yapılabilecek en güzel davet “kardeşlik”ti…
Kardeşlik teması Kutlu Doğum programları vesilesiyle çok güzel bir hat çalışmasıyla, Mısır’daki direnişin sembol kelimesi RABİA’yı da içerecek ortak bir sembole dönüştürüldü ve en evrensel mesajla bütünleşti;
“Mü’minler Ancak Kardeştir!”
Pasta, börek, çörek tartışmalarının gırla gittiği bu yılki Kutlu Doğum’da ÖNDER’in belirlediği el-Emin teması ile Diyanet’in belirlediği “Emanet” temaları çok anlamlı biçimde birbirini tamamlıyor…
Diyanet’in bu temada kullandığı slogan birkaç kelimede çok şeyi özetliyor;
“Dünya bize, biz birbirimize emanetiz!”
Peygamberimiz (sav)’in getirdiği mesajın kabulünde, kutsi etkisi yanında O’nun (sav) güvenilirliği de çok etkili oldu. Gayr-ı Müslimlerin ve müşriklerin kendilerinden olan birine değil de Hz. Muhammet (sav)’e emanetlerini teslim etmeleri, aralarındaki anlaşmazlıklarda “O emin biridir” diye sulh için O’nu (sav) çağırmaları… gibi onlarca örnek hepimizin malumudur…
Kanaatimce el-Emin oluşun zirve örneklerinden biri de Hz. Ebubekir (ra)’in “O (sav) söylüyorsa doğru söylüyordur!” deyip sorgusuz-sualsiz teslim oluşudur…
Hasan El-Benna, davetçinin “anlatmadan önce yaşama”sını tavsiye eder. Eskilerimiz buna “kâl ehli değil hâl ehli olmak” demişler. “Çoban” vasıflı bir Peygamber (sav)’in bütün bir tarihi silbaştan yazan etkisinin özüne baktığımızda “emin olmak ve emanete sadık olmak” özelliğinin en büyük mesaj olduğunu görürüz. Göklerden verilen emanete sadık olmak yanında insanların verdiği emanete de sadık olmak. Kişisel meselelerde emin olmak kadar sosyal meselelerde de emin olmak. İbadetlerinde olduğu kadar ahlakında da, siyasetinde de, ticaretinde de emin olmak…
İman, emin, emanet kavramlarının hepsi aynı kökten gelir. Hepsi bize aynı şeyi söyler ve adeta şu mesajı verirler;
Emin olmadan mü’min olunmaz…
Emanete sahip çıkmadan emin olunmaz...
Büyük laflarla, kocaman sloganlarla değil, yapıp-ettiklerimizle “el-emin” olunur…
Parçacı yaklaşımlarla değil, hayatın tüm alanlarında maddi-manevi her türlü emanete sahip çıkmakla “el-emin” olunur...
Bugünlerde Müslümanlık hassasiyeti taşıyan bireyler/guruplar olarak eminliğimizin zedelendiği gerçeğini bilerek “iman ile ilişkimiz”i yeniden gözden geçirmeliyiz…
Üç aylar’ın gelişini de fırsat bilerek sosyal ilişkilerimizde, ekonomik faaliyetlerimizde, siyasi hamlelerimizde, ailevi/kişisel meselelerimizde ne kadar emin olduğumuzun silbaştan muhasebesini yapmalıyız…

El-emin kişiler/guruplar olabilmek için, maddi-manevi bize teslim edilen her türlü emanete “kâl ile değil hâl ile” sahip çıkmalıyız…