29 Kasım 2015 Pazar
22 Haziran 2015 Pazartesi
“İmam Hatipler İhtiyaçtır"
Geçtiğimiz günlerde düzenlenen 53. Olağan Genel Kurulu’nda İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği (ÖNDER) Genel Başkan`lığına seçilen Halit Bekiroğlu, ulkehaber.com`un sorularını yanıtladı.
“NİTELİKLİ YENİLİK”İ ESAS ALACAĞIZ
G: Öncelikle hayırlı olsun diyelim, yeni başkan seçildiniz. Yeni başkanlık sürecinde ne gibi misyonlar üstleneceksiniz? Ne gibi yenilikler yapacaksınız?
H: Öncelikle bu mülakatınız için teşekkür ediyorum. Konuşacağımız hususlar hem Ülke Haber için hem de imam hatip camiası için inşallah faydalı olur. Ülke Haber’in ağırlıklı olarak gençlere ve hanımlara yönelik haber yapması bizi çok memnun etti. İmam hatiplerin belli bir misyonu zaten var. Malum olduğu üzere İmam Hatip okulları, çocuklarımızın ve gençlerimizin din eğitimine yönelik faaliyet gösteren okulladır. Bu misyonu daha nitelikli bir şekilde devam ettireceğiz.
İmam Hatip misyonunu devam ettirirken yenilikler de katmaya çalışıyoruz. “Zamanın ruhu”ndan bahsediyoruz. Hz.Ali çocuklarına şu nasihati yapıyor: “Çocuklarınızı kendi döneminize göre değil, onların yaşadığı döneme göre yetiştirin.” Dolayısıyla biz bu dönemin ruhuna, şartlarına yönelik yenilikler yaparak bu misyonu daha ileri noktalara taşımaya çalışıyoruz. Bunu genel kurulumuz öncesinde ve sonrasında ciddi bir şekilde uygulamaya başladık.
Öncelikle kadromuzda önemli oranda yenilik yaptık. Yönetim kurulumuzda %50 civarında yenilenme söz konusu oldu. Eski arkadaşlarımızın çok büyük katkıları ve emekleri oldu fakat bizim artık yeni insanlara ve gençlere yol açmamız gerekiyordu ki onlar kendi dönemlerinin ruhunu daha iyi yansıtabilsinler. Bir de 11. kurultayımızı “nitelikli yenilik” temasıyla düzenledik. Dolayısıyla imam hatipli öğrencilerimizin kalitesini nasıl arttırabiliriz ve bunun için neler yapabiliriz gayreti içinde olmaya çalışacağız.
G: Geçmiş dönemlere baktığımızda, imam hatip mezunlarının devletin birçok bölümünde siyasi anlamda başrolü oynadığını görüyoruz, en büyük örneği Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan. Peki, yeni mezunlarda bu tarz misyonlarda görev alabilecek, daha ileriye taşıyabilecek arkadaşlarımızı ve mezunlarımızı görebiliyor musunuz? Geleceğe nasıl bakıyorsunuz?
H: Bahsettiğiniz gibi Sayın Cumhurbaşkanımız imam hatip mezunu ve aynı zamanda ÖNDER Derneğimizin de üyesi. Çok sayıda siyasetçi de imam hatip mezunu ama sadece siyaset alanında değil; bürokraside, iş hayatında, sosyal hayatta, kültürel hayatta ve hatta sporda imam hatip mezunu olan etkili insanlar var. Ama günümüzde siyaset biraz daha ön plana çıktığı için daha çok siyaseti konuşuyoruz. Burada imam hatiplilerin bir karakteristik özelliğinden bahsetmem lazım; İmam hatip okullarındaki öğrencilerin sosyal ve toplumsal tarafı çok daha güçlü. Bence imam hatip mezunlarının siyasette bu kadar etkili olmalarının bir sebebi de budur. Bu konuyla ilgili ciddi akademik çalışmalar da var. Ona dayanarak bunu söylüyorum, nitekim bizim gözlemlerimiz de bu yönde.
Biz akademik başarıyı çok önemsemekle beraber öğrencilerimize sadece akademik başarı merkezli bakmak istemiyoruz. Bir öğrencimiz akademik anlamda başarı gösterir, bir öğrencimiz sporda başarı gösterir, diğeri sanatta başarı gösterir, diğeri sosyal faaliyetlerde başarı gösterir. Ama şunu önemsiyoruz; her bir öğrencimiz başarılı olsun, başarı duygusunu yaşasın istiyoruz. Bu yönüyle imam hatipler, sosyal ve toplumsal tarafı etkili olan okullardır. Öğrencilerimizin bundan sonraki dönemlerde sadece Türkiye değil, ülkemiz dışında da imam hatipli gençlerimizin daha etkili olacağını düşünüyorum.
Ama şunu belirtmem lazım, imam hatip öğrencileriyle ilgili bir kesinti yaşandı. 28 Şubat sürecinden bu yana imam hatip öğrencileri çok sağlıklı bir şekilde eğitim hayatına ve sonraki yaşama yönelemediler ama bundan sonra yeni imam hatiplilerin hem ülkemizde hem de diğer coğrafyalarda iz bırakacak işlere imza atacaklarına inanıyorum.
“İMAM HATİPLER İHTİYAÇTIR”
G: Hazır yeri gelmişken sorayım, imam hatipliler misyonlarını tamamladığına dair eleştiriler yapılıyor. Siz misyonu tamamladığını düşünüyor musunuz? Bu eleştirilere karşı düşünceleriniz nelerdir?
H: İmam hatiplilerin ihtiyaç olup olmadığı sorusuna cevap verirsek bu soruya da cevap vermiş oluruz. Son dönemlerde biraz da oryantalist bakış açısıyla dışarıdan, İslam dünyasının gelişimine yönelik bir yaklaşım olarak söyleniyor bence. Bu daha mikro ölçekte, Türkiye’de imam hatipliler için dillendiriliyor. İmam hatipler bu ülke insanının en temel ihtiyacı olan din eğitiminde ortaya çıktığı için, misyonunu tamamlamaları da mümkün değildir.
İhtiyaç meselesini biraz daha açalım; özellikle Cumhuriyetle beraber insanlarımızın kendi çocuklarına din eğitimini verme zorluğu sebebiyle imam hatipler ortaya çıktı. Yani bu ülke Müslüman bir ülke, bu ülkenin insanı da Müslüman ve kendi çocuklarının da İslam’ı bilmesini, anlamasını istiyor. Din eğitimini almasını istiyor, ama aynı zamanda kendi çocuğunun iş hayatına da katılmasını istiyor, başarılı olmasını istiyor, meslek sahibi olmasını istiyor. İmam hatiplerin avantajı şu; İmam hatipler hem din eğitimi veriyor, hem de meslek edinmeye yönelik eğitim veriyor.
Dolayısıyla Türkiye’de insanların ihtiyaç duyduğu bir alan. İhtiyaç olduğu için de misyonu tamamlaması gibi bir şey söz konusu değil. Modern dönemde kapitalistleşmeyle birlikte insanlarımızın çok fazla bireyselleşmesi, aşırı tüketici toplum olmamız ve bencilleşmemiz vs. tüm bunları hesaba kattığımızda imam hatipli öğrencilerde bahsettiğim fedakârlığa dayalı sosyal ve toplumsal vurgu, ailelerimizin, gençlerimizin de ihtiyaç duyduğu bir durumdur.
“TOPLUMUMUZA EN UYGUN ÖĞRENİM MODELİ İMAM HATİPLERDİR”
G:Siz Marmara Üniversitesi mezunusunuz, Marmara Üniversitesi’ndeki imam hatip mezunu olan öğrencilerin farkını görebiliyor musunuz?
H: Dediğim gibi 28 Şubat’tan dolayı ciddi bir kesinti var. Şuanda Marmara Üniversitesine imam hatip mezunu olarak gelen öğrenci sayısı bizim dönemimize göre daha az. İmam hatipli öğrenciler iyi diğerleri kötü diye asla düşünemeyiz. İmam hatiplilerin diğer öğrencilere göre avantajı var, hem bahsettiğimiz ahlak ve din eğitimini veriyor hem de normal eğitim için gerekli olan sosyal, sayısal vs. bütün bilgileri veriyor. Bunun için imam hatip modelinin bizim topluma çok daha uygun bir model olduğunu düşünüyorum. Üniversitede imam hatip okuyan öğrenciyle imam hatip okumayan öğrenci arasında elbette bir miktar fark oluyor. Diğer öğrencilerimizi ayrıştırmadan şunu söyleyebiliriz ki imam hatipliler, toplumumuzun örf ve adetlerine, kültürüne, medeniyet kodlarına daha yakın bir yerde duruyor.
“ARTIŞ DEĞİL, HAK İADESİ OLMUŞTUR”
G: Şuan imam hatip okullarının hızlı artışına yönelik eleştiriler oluyor. Siz bu artışı çok görüyor musunuz, yeterli mi yoksa eksik mi? Daha da üstüne katılması gerekiyor mu sizce?
H: Siz medya alanıyla ilgileniyorsunuz, iyi bilirsiniz ki eleştiride olumsuzluklar, olumlu duruma göre medyada daha fazla ön plana çıkar. Ama aslında az önce de konuştuğumuz gibi ihtiyaç söz konusu olduğu için insanlar çocuklarını isteyerek gönderiyor imam hatiplere. Hem din eğitimi için hem de ahlak bakımından ihtiyaç duydukları için. Yani tamamen ihtiyaçtan kaynaklanan bir durumla karşı karşıyayız.
Dolayısıyla, çok fazla imam hatip var demenin bir anlamı yok. Şöyle bir istatistik paylaşayım; Sanılıyor ki imam hatipler çoğaldı şu oldu bu oldu, doğru son 3-4 yılda imam hatiplerin sayısı diğer yıllara nispeten hızlı arttı. Ama 28 Şubat’tan bugüne kadar da çok ciddi bir kesinti vardı. Bunu hesaba kattığınızda ve dönüp 28 Şubat öncesindeki oranla kıyasladığınızda bugün, daha yeni imam hatip öğrencilerimizin sayısı 28 Şubat’tan öncesinin oranına ulaşmış durumda. O zaman yüzde 10-12 civarlarındaydı şimdi yine yaklaşık aynı oranlarda değişiyor. Dolayısıyla burada, abartılı bir artış söz konusu değil, tam tersine bir hak iadesi söz konusudur. Özetle, imam hatiplilerin önü kesilmişti, şimdi 28 Şubat öncesinin oranına dönmüş olduk.
“İMAM HATİP MEZUNU ÇOK BAŞARILI İŞ ADAMI OLABİLİR”
G: İmam hatip mezunlarının Türkiye ekonomisindeki kalkındırmaya yönelik finansal başarısını nasıl görüyorsunuz?
H: Bu sorunuza iş adamı kimliğimle cevap vereyim. İmam hatip mezunuyum, tarih bölümünden mezun oldum ama dış ticaretle uğraşıyorum. Çok sayıda ülkeyle ticaretimiz var. İhracat-ithalat faaliyetleri yapıyoruz. Türkiye’mizin gıda üzerine önemli bazı markalarının yurtdışında temsilciliğini, distribütörlüğünü yürütüyor, ülkemizi ekonomik anlamda da dışarıda temsil etmiş oluyoruz. Demek ki bir imam hatipli iş adamı da olabilir, finansla ilgili kendi ülkesinde katkıda da bulunabilir, âlim de olabilir, sporcu da olabilir ve sanatçı da olabilir. Biz de bunu söylemeye çalışıyoruz ama ülkede siyaset daha belirgin olduğu için imam hatip mezunlarının sadece siyasetçi tarafı daha bir ön plana çıkıyor. Aksine iş hayatında da, ekonomik hayatta da ve diğer alanlarda da aktif imam hatipliler var.
G:Öncelikle sorularımıza içten ve samimi bir şekilde cevap verdiğiniz için çok teşekkür ederim, benim unuttuğum ve sizin söylemek istedikleriniz var mı?
H: Ben de çok teşekkür ederim, haber anlayışınız gayet güzel. Umarım gençlere ve bayanlara yönelik, ülkemizde özellikle kültürel, sanatsal, sportif çalışmalara daha fazla katkıda bulunursunuz.
(Bu röportaj Ülkehaber'de yayınlanmıştır)
21 Mayıs 2015 Perşembe
İmam Hatip Okullarında Nitelik
Öncelikle şu tespiti yapmak lazım; İmam Hatip okulları
darbelerden en çok etkilenmiş ve her defasında küllerinden yeniden doğmuş
okullardır. İmam Hatip tarihi bir tür sivilleşme, hak ve adalet mücadelesi
tarihidir. Okullar bu yönüyle, eğitim/öğretim faaliyetinin yanında sosyal role
de sahiptir…
Dolayısıyla bugünlerde bazı siyasilerin, İmam Hatip
okullarını akamete uğratmaya dönük yaklaşımları en başta “millet”i rahatsız
eder ve milletin buna tahammül mümkün değildir…
İmam Hatiplerin elbette nitelik problemleri var. Bu kadar
yıl sekteye uğratılmış okulların bir anda mükemmel okullara dönüşmesini
beklemek haksızlık olur…
Hemen her İmam Hatip mezunun sıkça dillendirdiği “eskiden
farklı bir ruh vardı” söylemi bu günlerde sıkça tekrarlanır oldu. Bu söylemin tabi
ki nostaljik boyutu da var ama İmam Hatip okulları eskisi ile kıyaslanmayacak
farklı bir realite ile karşı karşıya. Bu realiteyi doğru tespit etmezsek yanlış
kıyasların etkisiyle çözümden uzaklaşırız...
İmam Hatipleri eski ile kıyaslamadan önce bu noktaya gelişin
serüvenini iyi bilmek gerekir. 28 Şubat postmodern darbesi İmam Hatiplerin orta
bölümünü kapatarak ve katsayı uygulaması başlatarak ağır bir travma yaşanmasına
sebep oldu. Sayıları ciddi olarak düşen ve bitme noktasına gelen bu okullar milletin
çabalarıyla ayakta kaldı. Son birkaç yılda İmam Hatiplerin önü açılınca
okullara ciddi bir rağbet oldu...
Takdir edilir ki 15 yıllık travmayı hemen atlatmak elbette
mümkün değil. Bu ciddi kesinti, “İmam Hatip ruhu”nun sürekliliğine de en büyük
darbeyi vurdu…
Bununla birlikte okullardaki yöneticiler, öğretmenler de bu
süreçten etkilendiler ve bir kısmı hala 28 Şubat psikolojisinden sıyrılabilmiş
değil. Genç idareciler ve öğretmenler ise heyecanlarına rağmen 28 Şubat öncesi
ruh ile olan irtibat zayıflığının eksikliğini yaşamaktadırlar…
Bir özeleştiri yapacak olursak niteliğin daha hızlı
artmamasında modernleşen yaşam tarzımızda “fedakarlık”ın azalması, yerine
bireyselliği bırakmasının da önemli etkisi var. “Başkası için çabalama”
duygusunun azalması bizi, kendimizi merkeze alan ve dolayısıyla “daraltan”
duruma düşürmektedir…
Aksine fedakarlık yapan, her bir öğrenciyi önemseyen,
öğrencinin iç alemi ve sorunlarıyla ilgilenen, küçücük bir problemi bile
önemseyerek çözüm bulmaya çalışan, geliştirmeye ve ilerletmeye çabalayan
kişiler, kurumlar ve organizasyonlar İmam Hatiplerin yeniden eski ruhuna
kavuşmasında önemli rol üstlenmektedirler…
Niteliğin arttırılmasında “başarı” kavramı önemlidir.
Şüphesiz nitelik başarıyı, başarı da niteliği tetikler. Ama başarıyı sadece
“akademik başarı” olarak görürsek yanlış bir sınırlamaya gitmiş oluruz. Her bir
gencimiz ayrı bir dünya ve ayrı bir değer olduğuna göre her birinin başarı
gösterebileceği yeteneği ve alanı da farklıdır. Kimi sanatta, kimi derslerde,
kimi ilmi çalışmalarda, kimi sporda, kimi de sosyal faaliyetlerde başarılı
olacaktır…
Farklı alanlarda başarılı olmalarına imkan sağlamadığımız
çocuklarımızı bilerek ya da bilmeyerek öldürmüş oluyoruz…
İmam Hatipler başta da ifade ettiğimiz gibi sosyal rolü
etkili olan okullardır. Sadece akademik başarı sağlayan çocukların önemsenmesi,
İmam Hatiplerin niteliğinin arttırılması için kesinlikle yeterli değildir…
Onbeş yıllık kayıp dönemin zararını telafi etmek için bir
tür seferberlik uygulaması gerekir. Her bir gencimizi ayrı bir dünya olarak ele
alıp maneviyatıyla, dersleriyle, sosyalliğiyle, inceliğiyle daha bir ileri
taşımak için idarecilerimizin, öğretmenlerimizin, derneklerimizin,
gönüllülerimizin can havliyle çaba sarfetmesi elzemdir…
Nitelikli toplulukları hiç kimse ve hiçbir şey engelleyemez.
Bugün engellenir yarın ortaya çıkar. Burada engellenir bir başka yerde ortaya
çıkar…
14 Mayıs 2015 Perşembe
Bir Günde Avrupa Turu
Seyahat etmek için, uzunca listelenen şartların oluşmasına gerek olmadığına
inananlardanım. Bu yönüyle "zuhurata tabi olanlar" meşrebindenim.
Anlık kararla, seyahate çıkmış, ikibin km'yi karayoluyla katetmiş biri olarak,
Münih'ten bu satırları yazıyorum...
Aniden seyahate karar vermenin uzunca planlardan daha doğal olduğu
kanaatindeyim. Tam teşekküllü, günlerce hazırlığı yapılan seyahatlerin de
şüphesiz ayrı tadı var ama ben içinde sürprizler barındıran seyahatleri daha
çok seviyorum. Akıbetimizin nasıl olacağının belirsizliği gibi kendimi
seyahatin kucağına bırakmak istiyorum...
Kıymetli Ümit Aktaş Ağabey, yazdığım bazı mısraları eleştirmesi için
kendisiyle paylaştığımda, "yolda olmak mı aşkta olmaktır" mısramı
beğendiğini ve kullanmak istediğini söylemişti. "Yola revan olma"nın
kendi başına anlamlı olduğuna ve "meçhule yolculuk" gibi aynı anda
çok farklı dünyaları yaşattığına hep inandım. Yolun bizzat kendisinin de
kıymetli olduğunu ise bizzat yaşıyorum...
Kıymetli dost Asım Gültekin üniversite yıllarında trenle Avrupa turuna
davet etmişti. Bilmiyorum, belki de esin kaynağı Cahit Zarifoğlu'nun otostopla
tüm Avrupa'yı gezmesiydi. O günün şartlarında şartlarımızı biraz zorlasak belki
biz de o tura katılabilecektik. Geriye; yapanların yapmış olduğu, yapmayanların
ise "yapamadığı" ve tabii ki pişman olduğu bir anı kalmış oldu...
Bu defa karşıma çıkan Avrupa turunu kaçırmak istemedim. Her zamankinden
yoğun bir atmosferde, kararımı belki de mistik olarak tetikleyen, Ahi Çelebi
Cami'sinde birkaç gün önce kıldığım namaz oldu. Malumunuz rivayete göre o
mekanda Evliya Çelebi rüyasında Peygamberimiz (sav)'i görür ve "Şefaat Ya
Resulullah!" diyeceği yerde heyecandan "Seyahat Ya Resulullah!"
der...
Belki de Evliya Çelebi'nin motivasyonu ile Pazartesi sabah namazından sonra
akrabam Veysel ile yola çıktık. "Alman arabası"nın da gücüyle kısa
bir sürede Kapıkule'ye vardık. Türkiye'den çıkar çıkmaz Bulgaristan'ın
sıkıntıları ve polislerin küçük hesapları eşliğinde Sofya'da kahvemizi içip
nefes aldık...
Sonraki durak Sırbistan. Kalontina'dan sınırı geçerek Belgrad'a uzandık.
Bosna'daki yıkımın hala izleri ortadayken Belgrad'ın rahatlığı burukluk
oluşturdu bende. Sonraki adım Hırvatistan'ın başkenti Zagreb'e geldiğimizde ise
Bosna'nın nefes almasına vesile olmaları ve akabinde Boşnakları katletmeleri
arasındaki ikilemi hatırladım. Ortodoksluk-Katolikliklik uyuşmazlığına rağmen
"El-kufru milletun wahideh!" mesajı bütün netliğiyle bizi
uyarıyordu...
Sonraki adımda ise Avrupa'nın en gelişmiş ülkelerinden sayılan Slovenya'nın
kalbine, yani Ljublijana'ya vardık. Kişi başına düşen GSMH'nın tadını çıkarıyor
Slovenya. Sınır şehri olan Villas ise dingin bir kasaba hüviyetinde. Belli bir
saatten sonra herkesin dinlenmeye çekildiği, hayatın akışının durduğu şirin bir
kasaba...
Avusturya'ya girdiğimizde ise artık her şeyiyle Almanya'ya girmiş gibi
hissettik kendimizi. Otoban sistemi, iletişim, ödeme biçimleri vb hususlarda
Almanya'nın, rengini verdiği bir ülke...
Almanya'nın sanayi şehri Münih'e vardığımızda ise sabah ezanı okunmuştu.
Bir günde yedi ülkeyi birden yaşamıştık. "Yedi"nin bir anlamı var mı;
"yedi güzel adam"a ya da "Doğu'nun yedi çocuğu"na burdan
atıf çıkar mı? Batı'ya gelmenin aslında "Doğu'ya dönmek" olduğu gibi
mistik çabalar karşılığını bulur mu yoksa her bir çocuk gibi yeni çocuklar da
Batı'ya teslim mi olur!
Tabii ki Avrupa'nın, dolayısıyla Batı'nın hal-i pür melali ile ilgili
iddialı şeyler söylemek elbette kısa seyahatlerle doğru olmaz. Ama yakinen
anlaşılan şu ki; at sırtında kalbine kadar ulaşılan ve fethedilen Avrupa,
uçakla zaten çok yakın ve karayolu ile de ulaşım seçeneğinin ayrı cazibesi
var...
Üniversite yıllarımızda hiçbir bahaneye sığınmamış, küçücük cep harçlığımla
komşu ülkelerin dördüne gitmiştim; dört yılda dört ülke!
Şimdi azıcık zorlamayla bir günde 7 ülkeyi yaşayabiliyoruz...
Umarım, "Seyahat ediniz sıhhat bulunuz!" emrini, yine getirip
"imkanlar"a bağlamazsınız. Zihnimizi açacak, gönlümüzü
zenginleştirecek ve bedenimizi farklı iklimlere alıştıracak seyahatler, küçücük
dünyalarımızı büyütecek ve mevcut halimize önemli katkılar sunacaktır...
Bu
yazıyı, Münih'in merkezinde kuşların cıvıltısı ve suların şırıltısında yazdım.
Karnım aç ama umrumda değil, sıhhatli olmak istiyorum...
6 Mayıs 2015 Çarşamba
"Bilmek Azaptır"
Üniversite yıllarında kampüslerimizde “hergele meydan”ları
olurdu. Gece boyu yaptığımız okumalar ve müzakerelerin etkisiyle hemen her
sabah gözleri mahmur bir şekilde ve çoğu zaman saçları/sakalları dağınık olarak
“hergele meydanı”nda buluşurduk…
Savunduğumuz düşünceye uygun elimizde gazete ve kitabımız
bulunurdu. Çaylar eşliğinde “dava arkadaşları”mızla bu mekanlarda hasbihal
ederdik…
Bugünlerle karşılaştırdığımda seksenli ve doksanlı yıllarda
daha dikkatli okuyucular olduğumuzu söyleyebilirim. Daha o yıllarda “kitap
okuma”nın zahmetli bir iş olduğunu farketmiştim ama keyifli tarafına
odaklanmaya çalışarak kitapla ilişkimi sürdürdüm…
Hani bazen düşüncelerimizi bizden daha iyi ifade eden olur
ya; yine hergele meydanı’nda bir sabah gazete okurken yazarın biri “bilmenin
zahmeti” üzerinde duruyordu. Tam da düşündüklerime tercüman olarak
insanlarımızın neden okumadıkları ve derinlemesine bilgi edinme çabası
içerisinde olmadıklarını anlatıyordu…
İmam-ı Azam’a atfedilen; “Bilmediklerim ayaklarımın altına
serilseydi başım göklere değerdi” sözü bana hep bilmenin zahmetini
hatırlatmıştır. Bilmek, olan durumun ötesine geçip öze ulaşma çabası gibidir.
Bir tür hakikate ulaşma çabası. Bu ulaşma çabasının bizatihi kendisi yorucudur
ve dolayısıyla tahammülü kolay değildir…
Bilmek, kişinin kendi eksikliğini fark etmesini de sağlar.
Çünkü bildikçe, neleri bilmediğimiz ortaya çıkar. Tersinden; ne kadar az şey
bildiğimizin anlaşılmasına vesile olur. İmam-ı Azam’ın sözü aslında bir tür
“haddini bilmek”tir. Neleri bilmediğini veya bilemeyeceğini anlamaktır.
Ölçüsünü ve menzilini bilmektir. Kişiye haddini bildiren de yine kendi
bilgisidir…
O yüzden biz üniversitede “herşeyi bilirdik”, bilmediğimiz
konularda bile bilgimiz vardı. yeryüzündeki her meseleyle ilgili sözümüz olurdu.
Üniversite şartlarında yadırganamaması gereken bu mesele yaş ilerledikçe
haddini bilmeye evriliyor, ki bunda en önemli saik bilmenin, kişiyi kendi
gerçeği ile yüzleştirmesine vesile olmasıdır. Bir tür Yunus Emre’nin “ilim
kendin bilmektir” mısrası gibi…
Geçenlerde bir dost ziyaretinde “bilgi azaptır” sözünü
duyunca sarsıldım. Yıllar önce üniversitede okurken istifade ettiğim köşe
yazarından çok daha güzel ifade edilmişti. Eskilerin “efradını cami, ağyarını
mani” dediği türdendi. Bilginin neden bu denli yorucu olduğunu ve ille de
süründüre süründüre kendisine ulaştırdığını, hatta ulaştırırken yeni bilgi
menzilleri sunarak bilgisizliğimizi yüzümüze defalarca vurduğunu bir kez daha
anladım…
Bilgi yolu çile yoludur ve epeyce uzun bir yoldur. Eğitim-öğretim
yıllarımızla asla sınırlandırılamayacak kadar upuzun bir yoldur. Bunun içindir
ki Peygamberimiz (sav) “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz!” buyurmuştur.
Aslında bir tür “son nefese kadar hakikati arayın!” talimatıdır bu…
Hakikat arayışının ne tür sancılara sebebiyet verdiğini
ilgilileri bilirler. Her atlatılan sancıdan sonra daha büyük sancılara gebe
olunacağını da…
Daha ilköğretim sıralarında okurken sınıflarımızda ya da
okullarımızda “kitap en iyi dosttur” sözü asılı olurdu. O zaman için çok anlam
ifade etmeyen bu sözü en iyi gurbette anladım. Dostların olmadığı ya da zamanla
nadiren kazanıldığı ortamlarda kitaplar iyi dostlardandır. Ama her dost gibi
kitap da “acı söyler” ve hatta bir miktar acımasızdır; uyarır, sarsar, şok
eder…
Düşünme bilginin sonucudur, bilmek ise okumanın. Okumanın
diğer türleri sayılabilecek seyretme, gezme, bakma vb. eylemler değil kastım.
Bizatihi kitap okumayı kastediyorum. Çünkü diğer okuma biçimlerine nazaran
kitabı okumak daha en başından zahmetli bir yola girmek demektir. O yol parça
parça bildirir, bildirdiği her bilgi zihnimizi açar ve zihin, açıldıkça da sıkıntıya
girer. Sonuç itibariyle o sıkıntı/azap insanı insan yapan olgunluğa ulaştırır…
Bunun içindir ki çok okuyanların kafası daha karışıkmış gibi
görünür. Çok okuyanların çok bilenlerin cevapları da kısa olmaz. Renkleri
bir-iki renk değildir, onlarca renkle bakarlar meselelere. Farklı bakışaçıları
bir taraftan zenginlik gibi görünse de her bir yaklaşıma uzun çileli yollarla
varmışlardır…
Bilginin azap olduğunu bir ağabeyle paylaştığımda “Ancak alimler
Allahtan hakkıyla korkar” (35/28) ayeti ile ilişkilendirdi. Alimlerin korkuya
kapılmaları çok şey bilmeleri ile yakından ilgilidir. Bildikçe endişe artar,
endişe ise araştırmayı tetikler. Alimleri en çok korkutan önemli diğer husus da
“akıbet”in nasıl olacağı hususudur. Akıbetin nasıl olacağı endişesini,
Peygamberimiz (sav) bile dualarında eksik etmemişlerdir…
Allah (cc) “emanet”i insanoğluna verir; “göklerin, yerin ve
dağların kabul etmediği emanet”i. (33/72). Ayette de belirtildiği gibi “zalim
ve cahil” sıfatlarıyla da yaratılmış biz insanlar, bilmenin sancılı yoluna
revan olarak hakikat arayışımızı hayırlı bir akıbete dönüştürme gayreti
içerisinde olmalıyız…
1 Mayıs 2015 Cuma
Şerefiyle Yaşamak
Eskiler yeni bir işe ya da göreve başlayana ‘Allah mahcup etmesin!’ derler. ‘Allah yüzünü kara çıkarmasın!’ sözü de
bir başka ifade biçimi…
Hayat akıp giderken tarihin küçük bir kesitinde imtihanımızı
vermekteyiz. ‘Tarihin sonu’ teorilerine
rağmen, her dönemde ‘ahir zaman’
yorumlarına rağmen gaybı/geleceği bilemeden kendi gerçeklerimizle yüzleşmekteyiz…
Ne kadar çabalasak da yapıp-ettiklerimizle bir şekilde
yüzleşiyoruz, yüzleşme bazen yılları
alıyor, bazen asırları…
12 Eylül darbesinden
aklımda kalan az sayıdaki karelerden biri, darbenin olduğu gün ilçemizdeki medrese öğrencilerinin medrese önündeki
kanaldan atlayarak izlerini kaybettirmeleriydi. Evimizin aranması, müftülükler
üzerinden vaiz olan babama baskı yapılması gibi karelerle hayatımın farklı
evrelerinde yüzleşmiş oldum…
O günün benim açımdan anlaşılması en zor olaylarından biri,
neredeyse tüm Türkiye’nin ‘darbe
anayasası’na ‘evet!’ demesine
rağmen babamların ve çevresindeki bir kısım amcaların ısrarla ve bazı riskleri göze
alarak ‘hayır!’ demeleri ve bunu
savunmalarıydı. Çocuk aklımla (ağalar, beyler, şeyhler dahil) çoğunluğun razı
olduğu bir duruma dışlanma pahasına karşı çıkmayı anlamaya çalışıyordum…
Tarihin akışı içerisinde gün geldi 12 Eylül
Anayasası’na %90 evet yerine %90 hayır denir oldu. Geriye o günün şartlarında hayır diyenlerin ödediği bedeller
kaldı…
Aslında bu istatistiksel evrilmenin ötesinde zaman, kişisel tarihimizle yüzleşmemize imkan
verdi. O gün farklı saiklerle darbeci bir anlayışa evet diyenler hiç olmazsa
kendi iç hesaplaşmalarında utanılacak bir iş yapmış oldular. Utanılmayacak,
aksine şeref duyulacak davranışı sergileyenler ise sadece kendilerine değil
evlatlarına da onurlu bir tarih
bırakmış oldular…
Çok sık kullandığımız ‘çocuklarımıza
temiz bir gelecek bırakma’ ifadesi aslında her anne babanın arzuladığı bir
yaklaşımdır. Maalesef hayatın kısa
vadeli gaileleri, ebeveynin uzun boylu gelecek tasavvurunu engellemektedir…
Oysa her ne olursa olsun ‘tertemiz gelecek’ fikrinden uzaklaşmamalı. Ki gün gelip çocuklarımızın
(yani geleceğimizin) yakasına onur kırıcı geçmiş asmayalım…
Nice olaylar var ki yaşandığı dönemde çoğunluk tarafından
normal görüldüğü halde az sayıda cesur insan tarafından hakikati dile
getirilmiş ve bunun için bedeller ödenmiştir. Türkiye’nin darbeler dönemi bunun
en iyi örnekleriyle doludur…
28 Şubat davasına
‘müdahil olmak’ duruşmaya gittiğimde YAŞ
kararları ile ordudan atılan subaylarla tanıştık. Her birinin hikayesi
birer film hüviyetinde. Subayların yaşadıklarını öğrenince şuna kanaat
getirdim; bir olayın üzerinden onlarca yıl geçtiğinde geriye tüm o zorluklara
rağmen şerefle mi yaşandı yoksa küçük/geçici hesaplarla şeref kaybedildi mi sorusunun
cevabı kalıyor. Yitirilen değerler de savunulan değerler de sonraki neslin
boynunda asılı duruyor. Yüzleşmemiz gereken husus, hiç kimsenin utanılacak bir
gelecek bırakmaya hakkı olmadığı gerçeğidir…
Şerefli bir gelecek
oluşturmanın yolu şerefli bir geçmişe sahip olmaktan geçer. O şerefi
muhafaza etmek için çoğunluk tabusu ile
değil adaletin terazisi ile bakmak gerekir. Lehimize de olsa, aleyhimize de
olsa; ‘kızımız Fatıma’ da olsa
düşmanımız da olsa adaletle hükmetmeliyiz ki çocuklarımıza şerefli bir gelecek
bırakmış olabilelim. Aksi durum ya utanılacak ya da yüzsüzlüğe vurulacak bir
durumdur…
Sırf başörtüsüz fotoğraf vermedi diye öğretmenlik
yapamayanlar belki 15 yıllık meslek kaybına uğradılar ama çocuklarına,
boyunlarını bükecekleri bir tarih bırakmadılar…
Herkesin savaş çığırtkanlığı yaptığı dönemlerde sulha çağıranların sedasına izin
verilmedi ama tarih öyle bir mizan ki ölümlere sebebiyet verenlerle ölümleri
bitirmeye çalışanların hakkını ayrı ayrı teslim eder…
Bugünü yaşarken aslında
yarını da yaşıyoruz. Bugün yaptıklarımız yarın şeref madalyamız ya da utanç kaynağımız olacak. Bugün durduğumuz
yer yarın iyisiyle kötüsüyle tapumuz olacak, kaydımızı düşecek. Ne kadar PR yaparsak yapalım gün gelecek geçmişimiz
karşımıza çıkacak. Biz hesabını vermesek de evlatlarımız acısını çekecek. Biz
meyvesini yemesek de çocuklarımız yiyecek…
Son tahlilde musalla taşına geldiğimizde nerede durduğumuz,
nasıl durduğumuz, hak ve hakikate ilişkin tercihlerimizle uğurlanacağız.
Yüzümüz ya kara olacak ya da ak.
“ Onlar sanıyorlar ki, biz
sussak tarih susmayacak, tarih sussa Hakikat susmayacak. Onlar sanıyorlar ki, bizden
kurtulsalar mesele kalmayacak. Halbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından
kurtulamayacaklar, vicdan azabından kurtulsalar tarihin azabından
kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar, Allah’ın gazabından
kurtulamayacaklar.”
(Bu yazı 01.05.2015 tarihinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)
23 Nisan 2015 Perşembe
Emin ve Emanet
“Kutlu Doğum” günlerindeyiz…
Bir taraftan
“üç aylar”a girmenin telaşındayız,
bir taraftan Regaip Kandili’nin
çatkapı gelmesinin şaşkınlığında…
Kutlu
Doğum’un menşei tartışmasına girmeden Peygamberimiz
Hz.Muhammet (sav)’i yadetmeye vesile olarak değerlendirip ibadetimize, zikrimize,
tefekkürümüze katkısına odaklanabilecekken, anlamsız kutlama ritüelleriyle meşgulüz;
Kur’an görünümlü pastalar, garip
doğum günü kıyafetleri, bol eğlenceli şenlikler…
Haklı olarak
“Fe eyne tezhebûn?” mesajı bir tokat
gibi yüzümüzde patlıyor…
ÖNDER (İmam Hatip Mezunları ve Mensupları Derneği)
Kutlu Doğum için her yıl bir tema belirliyor. Tema belirlenirken uzun uzun
üzerinde çalışılıyor, müzakereler yapılıyor. Her yıl, geçici olmayan ve
dolayısıyla güncel meselelerimize de tekabül eden, eksikliğini hissettiğimiz
bir kavram ön plana çıkarılıyor…
Aynı şekilde
Diyanet İşleri Başkanlığı da her yıl
Kutlu Doğum ile ilgili bir tema belirliyor. Bu yıl ki tema “emanet”…
ÖNDER
2013’te “edeb”, 2014’te ise “kardeşlik” temasını çalışmış,
ağırlıklı olarak İstanbul olmak üzere tüm Türkiye’de bu başlıklar etrafında
konferanslar, seminerler düzenlemişti…
Özellikle geçen yıl işlenen
“kardeşlik” teması birkaç açıdan anlamlıydı;
Mısır’da yıllardır devam eden zalim
yönetim devrilmiş, yerine meşru bir iktidar gelmiş ama hem yerel hem
uluslararası zalimler bu yönetime tahammül etmemiş ve kanlı bir şekilde
yönetimi yeniden gasp etmişlerdi. Mısır’daki
kardeşlerimizin acısını paylaşmak ve onlara destek olmak için kardeşlik
vurgusu önemliydi…
Ayrıca
eşzamanlı olarak yanı başımızda Ortadoğu’da
Müslümanlar anlamsız bir şekilde mezhep,
meşrep, etnisite üzerinden ayrışmakta ve yer yer birbirlerini
katletmekteydiler. Bu çatışmanın taraflarından birini desteklemek daha fazla
kanın akması dışında pek bir işe yaramıyordu. Türkiye’de de ihtilafların acımasızlaştığı bir dönemde
yapılabilecek en güzel davet “kardeşlik”ti…
Kardeşlik
teması Kutlu Doğum programları vesilesiyle çok güzel bir hat çalışmasıyla, Mısır’daki direnişin sembol kelimesi RABİA’yı da içerecek ortak bir sembole
dönüştürüldü ve en evrensel mesajla bütünleşti;
“Mü’minler Ancak Kardeştir!”
Pasta,
börek, çörek tartışmalarının gırla gittiği bu yılki Kutlu Doğum’da ÖNDER’in belirlediği
el-Emin teması ile Diyanet’in
belirlediği “Emanet” temaları çok anlamlı biçimde birbirini tamamlıyor…
“Dünya bize, biz birbirimize
emanetiz!”
Peygamberimiz
(sav)’in getirdiği mesajın kabulünde, kutsi etkisi yanında O’nun (sav) güvenilirliği de çok etkili oldu. Gayr-ı Müslimlerin ve
müşriklerin kendilerinden olan birine değil de Hz. Muhammet (sav)’e
emanetlerini teslim etmeleri, aralarındaki anlaşmazlıklarda “O emin biridir” diye sulh için O’nu
(sav) çağırmaları… gibi onlarca örnek hepimizin malumudur…
Kanaatimce
el-Emin oluşun zirve örneklerinden biri de Hz. Ebubekir (ra)’in “O (sav) söylüyorsa doğru söylüyordur!”
deyip sorgusuz-sualsiz teslim oluşudur…
Hasan El-Benna, davetçinin “anlatmadan önce yaşama”sını tavsiye eder. Eskilerimiz buna “kâl ehli değil hâl ehli olmak”
demişler. “Çoban” vasıflı bir Peygamber (sav)’in bütün bir tarihi silbaştan
yazan etkisinin özüne baktığımızda “emin
olmak ve emanete sadık olmak” özelliğinin en büyük mesaj olduğunu görürüz.
Göklerden verilen emanete sadık olmak yanında insanların verdiği emanete de
sadık olmak. Kişisel meselelerde emin olmak kadar sosyal meselelerde de emin
olmak. İbadetlerinde olduğu kadar
ahlakında da, siyasetinde de, ticaretinde de emin olmak…
İman, emin, emanet kavramlarının hepsi aynı kökten
gelir. Hepsi bize aynı şeyi söyler ve adeta şu mesajı verirler;
Emin olmadan mü’min olunmaz…
Emanete sahip çıkmadan emin
olunmaz...
Büyük
laflarla, kocaman sloganlarla değil, yapıp-ettiklerimizle
“el-emin” olunur…
Parçacı
yaklaşımlarla değil, hayatın tüm alanlarında maddi-manevi her türlü emanete sahip çıkmakla “el-emin” olunur...
Bugünlerde
Müslümanlık hassasiyeti taşıyan bireyler/guruplar olarak eminliğimizin zedelendiği gerçeğini bilerek “iman ile ilişkimiz”i yeniden gözden geçirmeliyiz…
Üç aylar’ın gelişini de fırsat
bilerek sosyal ilişkilerimizde, ekonomik faaliyetlerimizde, siyasi
hamlelerimizde, ailevi/kişisel meselelerimizde ne kadar emin olduğumuzun
silbaştan muhasebesini yapmalıyız…
El-emin
kişiler/guruplar olabilmek için, maddi-manevi bize teslim edilen her türlü emanete “kâl ile değil hâl ile” sahip
çıkmalıyız…
21 Nisan 2015 Salı
çatladıkapı
sere serpe uzanmıştı
insanlık yanıbaşından
geçti
kara lastik darbesi
olmazdı
acımasızdı
ille de yürümek istemişti
tarihin kalbine yöneldi
caminin küçüğü büyüğü
olmazdı
hüzünlüydü
kitaba teslim olmuştu
we amilüssalihati deyince
durdu
secdeye değmeden olmazdı
titriyordu
her adımı uzamıştı
rüzgar göğsünde alevlendi
türbede çığlık olmazdı
kükrüyordu
denize kapı açmıştı
aniden dosta yöneldi
aşkı çöpe atmak olmazdı
çatlıyordu
Çatladıkapı/21.04.2015
14 Nisan 2015 Salı
kalender
yağmur ikindide düştü
vustaydı
içini aydınlattı
fren aniden patladı
oysa parktı niyeti
geri vitesi sevmedi
indeydi
dehlizin rutubetini kokladı
kalem nankördü
kağıt haindi
kulis karanlıktı
güneşi boğdu
kriter falan tanımadı
temayül mü
teamül mü
karıştırmadı
bir o kadar umursamadı
ikindi yağmuruna dönmedi
asırlarca düşündü
yüreği dinlenecekti
ki
kabus çöktü
bir feryat duydu
her anı titredi
rüzgar titredi
yağmur coştu
esmer kız feryat etti
yüreğine kocaman ateş düştü
kalenderce duruştu onunki
erkekçeydi
yiğitçeydi
31 Mart 2015 Salı
Uzun Uzun Namaz!
Varoluşumuzu değerlendirirken
doğduğumuz coğrafyayı da hesaba katmak gerekir. Biraz daha geriye gidip
varolduğumuz coğrafyanın hangi tarihi olayların seyriyle günümüze geldiğini de
hesaba katmalı. Nitekim uzak ve yakın tarihimizde yaşadıklarımız kişisel
hikayemizi de şekillendirmekte.
Yıllar sonra küçüklüğüme namaz odaklı dönüp baktığımda, Şeyh Said hadisesinin önemli izlerini farkediyorum. Hadise'nin en fazla etkilediği üç şehirden ikisi olan Elazığ-Bingöl hattında geçti çocukluğum.
Alim bir babanın oğlu olarak gözümü doğal olarak namazda açtım. Medresede ve zikir meclisinde emeklediğim için ilk namazımı tam olarak hatırlayamıyorum ama namaz adına hatırladığım en muhteşem tablo Qubeysî dağında yaşadıklarımızdı.
Birkaç ay önce doksan küsür yaşında vefat eden bölgemizin büyük alimi Molla Bahri öncülüğünde talebeleri, müridleri, sevenleri ve tabi biz çocuklarla beraber her yıl muhteşem bir çıkartma yapardık Qubeysî Dağı'na. Qubeysî'nin bir sahabe olduğu, Bizans'a karşı çarpışa çarpışa dağın doruğuna çıktığı ve orada şehit edildiği anlatılırdı.
Qubeysi dağına zikirlerle, tekbirlerle, tahlillerle tırmanılırdı. Tırmanma esnasında çoğu zaman tek katır bulunur ve sırtında sarıklı haliyle ve tüm heybetiyle Molla Bahri bulunurdu.
Zirveye varıldığında cemaatle kılınan namazın zihnimde ve gönlümde iz bırakan en muhteşem karesi, Molla Bahri'nin Diyarbakır'a doğru bakan uçsuz bucaksız uçurumlara ve dağlara yönelirken kıldırdığı uzun uzun namazlardı. Kıyamlar bacaklarımızı zorlardı ama sabırla dururduk, dimdik dururduk, uzaklara dalarak küçük yaşımıza rağmen namazdan keyif alırdık. Uzun uzun secdelerde anlımız zorlanırdı belki, kan akışımızı bozardık ama o bekleyişlerle aynı zamanda rüştümüzü ispat ederdik. Bizler de büyüktük artık; yüce dağlarda koca koca amcalarla, muhteşem alimlerle, herdem tebessüm eden sufilerle hemhal oluyor, onların kıldığı kadar uzun namaz kılıyor, onlar kadar zikrediyorduk.
Sultan Qubeysi'nin çok önemli bir gizemi vardı, namaz ille de belli bir yerde kılınırdı; seccade büyüklüğünde mermerimsi taşlardan yapılma etrafı yine taşlarla çevrili yüksek mekanda. Taşların üzerine seccade ve battaniye serilmezdi, çıplak ayaklarımız uyuşurdu ama uzun uzun durmalar terkedilmez, diz çökme pozisyonundan dahi vazgeçilmezdi.
Bu doğal mescidin hikmetini zamanla öğrenecektik. Şeyh Said'i öğrenince Şeyh Şerif'i tanıdık, Şeyh'in sağ kolu, Şeyhle beraber idam edilenlerden. Şeyh Şerif bir süre bu zirvede yaşar, mescidin altındaki küçücük mağarada. Şeyh Şerif'in hemen mağara üzerindeki alanda namaz kıldığı anlatılır.
Bu gizem o alana muhteşem bir anlam katar. Namazın eğilmek ve kalkmaktan ibaret olmadığını, bir duruş olduğunu, asırlardır devamedegelen ve kıyamete kadar devam edecek olan bir duruş olduğunu hissettirir. Zalimlere karşı dimdik olmayı doğuran bir duruş, mazlumlara hemhal olmayı gerektiren bir duruş. Medreseyle tekkeyi, ilimle irfanı, alimle şeyhi biraraya getiren bir duruş.
Bu öyle bir duruş ki kırkımıza vardığımızda da bizi muhafaza ediyor, yetmişimize vardığımızda da bizi muhafaza edecek ve dimdik ayakta tutacak.
Molla Bahri vefat etmeden önceki görüşmelerimizde de aklımızda kalan en önemli karelerden biri yine uzun uzun ve kıyamda kıldırdığı namazlar oldu. Doksanlı yaşına rağmen her ziyaretimizde sehpasında kitap vardı ve namazı mutlaka ayakta kılardı, uzun uzun secdelerle kılardı.
Gözümü namazda açtım, daracık evimizde belki de beşiğimizin hemen yanında uzun uzun namazlar kılındı. Beşikten mezara kadar devam edilmesi gereken bu duruşu sonraki kuşaklara aktarabilirsek ne mutlu bize…
Yıllar sonra küçüklüğüme namaz odaklı dönüp baktığımda, Şeyh Said hadisesinin önemli izlerini farkediyorum. Hadise'nin en fazla etkilediği üç şehirden ikisi olan Elazığ-Bingöl hattında geçti çocukluğum.
Alim bir babanın oğlu olarak gözümü doğal olarak namazda açtım. Medresede ve zikir meclisinde emeklediğim için ilk namazımı tam olarak hatırlayamıyorum ama namaz adına hatırladığım en muhteşem tablo Qubeysî dağında yaşadıklarımızdı.
Birkaç ay önce doksan küsür yaşında vefat eden bölgemizin büyük alimi Molla Bahri öncülüğünde talebeleri, müridleri, sevenleri ve tabi biz çocuklarla beraber her yıl muhteşem bir çıkartma yapardık Qubeysî Dağı'na. Qubeysî'nin bir sahabe olduğu, Bizans'a karşı çarpışa çarpışa dağın doruğuna çıktığı ve orada şehit edildiği anlatılırdı.
Qubeysi dağına zikirlerle, tekbirlerle, tahlillerle tırmanılırdı. Tırmanma esnasında çoğu zaman tek katır bulunur ve sırtında sarıklı haliyle ve tüm heybetiyle Molla Bahri bulunurdu.
Zirveye varıldığında cemaatle kılınan namazın zihnimde ve gönlümde iz bırakan en muhteşem karesi, Molla Bahri'nin Diyarbakır'a doğru bakan uçsuz bucaksız uçurumlara ve dağlara yönelirken kıldırdığı uzun uzun namazlardı. Kıyamlar bacaklarımızı zorlardı ama sabırla dururduk, dimdik dururduk, uzaklara dalarak küçük yaşımıza rağmen namazdan keyif alırdık. Uzun uzun secdelerde anlımız zorlanırdı belki, kan akışımızı bozardık ama o bekleyişlerle aynı zamanda rüştümüzü ispat ederdik. Bizler de büyüktük artık; yüce dağlarda koca koca amcalarla, muhteşem alimlerle, herdem tebessüm eden sufilerle hemhal oluyor, onların kıldığı kadar uzun namaz kılıyor, onlar kadar zikrediyorduk.
Sultan Qubeysi'nin çok önemli bir gizemi vardı, namaz ille de belli bir yerde kılınırdı; seccade büyüklüğünde mermerimsi taşlardan yapılma etrafı yine taşlarla çevrili yüksek mekanda. Taşların üzerine seccade ve battaniye serilmezdi, çıplak ayaklarımız uyuşurdu ama uzun uzun durmalar terkedilmez, diz çökme pozisyonundan dahi vazgeçilmezdi.
Bu doğal mescidin hikmetini zamanla öğrenecektik. Şeyh Said'i öğrenince Şeyh Şerif'i tanıdık, Şeyh'in sağ kolu, Şeyhle beraber idam edilenlerden. Şeyh Şerif bir süre bu zirvede yaşar, mescidin altındaki küçücük mağarada. Şeyh Şerif'in hemen mağara üzerindeki alanda namaz kıldığı anlatılır.
Bu gizem o alana muhteşem bir anlam katar. Namazın eğilmek ve kalkmaktan ibaret olmadığını, bir duruş olduğunu, asırlardır devamedegelen ve kıyamete kadar devam edecek olan bir duruş olduğunu hissettirir. Zalimlere karşı dimdik olmayı doğuran bir duruş, mazlumlara hemhal olmayı gerektiren bir duruş. Medreseyle tekkeyi, ilimle irfanı, alimle şeyhi biraraya getiren bir duruş.
Bu öyle bir duruş ki kırkımıza vardığımızda da bizi muhafaza ediyor, yetmişimize vardığımızda da bizi muhafaza edecek ve dimdik ayakta tutacak.
Molla Bahri vefat etmeden önceki görüşmelerimizde de aklımızda kalan en önemli karelerden biri yine uzun uzun ve kıyamda kıldırdığı namazlar oldu. Doksanlı yaşına rağmen her ziyaretimizde sehpasında kitap vardı ve namazı mutlaka ayakta kılardı, uzun uzun secdelerle kılardı.
Gözümü namazda açtım, daracık evimizde belki de beşiğimizin hemen yanında uzun uzun namazlar kılındı. Beşikten mezara kadar devam edilmesi gereken bu duruşu sonraki kuşaklara aktarabilirsek ne mutlu bize…
(Bu yazı Mart 2015'te Ensar Neşriyat'ın bastırdığı "Huzura Doğru 5 Büyük Adım" adlı kitapta yayınlanmıştır.)
20 Mart 2015 Cuma
İmam Hatip Okullarının Geleceği
Birkaç haftasonu ÖNDER
(İmam Hatip Okulları Mezunları ve Mensupları Derneği) programları
dolayısıyla Anadolu’da muhtelif bölgelerde çalışmalara katıldım.
ÖNDER, Türkiye
genelinde 300’ü aşan mezun derneklerinin
çatı kuruluşu hüviyeti ile İmam
Hatip odaklı faaliyet yapan bir
sivil toplum kuruluşudur. Dernekler arasındaki koordinasyonu sağlıklı yürütmek
için Türkiye’yi 21 bölge koordinatörlüğü
şeklinde ele alıp yılda bir defa kapsamlı bir şekilde her bir bölgede yerinde
detaylı istişareler yürütmektedir.
4+4+4 eğitim
sistemiyle birlikte İmam Hatip okullarına ciddi bir yönelme olmuş, 28 Şubat’tan bu yana kısıtlanan bu alan
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da (ki
kendisi de İHL mezunudur) gayretleri
ile bir miktar pozitif ayrımcılığa tabi tutulmuştur.
Sanılanın aksine İmam
Hatip okullarında abartılı bir sayıya ulaşılmış değildir. İmam Hatip
öğrencilerinin Türkiye’deki tüm öğrencilere oranı daha yeni yeni 28 Şubat’taki
oran olan %10’lara ulaşmıştır.
Geçen hafta Antalya ve
Konya bölgelerinde yaptığımız koordinasyon toplantılarında dernek
yöneticilerinden biri yaşanan olumlu gelişmelerle beraber önemli bir endişesini
de paylaşmıştı; “İmam Hatiplerin sayısı artıyor ama korkarım ki Türkiye’de cami
sayısının artması ama içinde cemaatinin az olması gibi bir tehlike ile karşı
karşıyayız…”
Bu önemli tespitle örtüşecek şekilde Konya Milletvekili Prof. Dr.Cem Zorlu da önemli
özeleştiriler yapmış; eğitim, aile,
kültür gibi alanlarda performansımızın yetersizliğinden bahsetmişti.
Bu zaafiyetin telafisi için, gençlerimize mutlaka
kazandırmamız gereken hasletin “diğergâmlık”
olduğunu, bunun yaşanarak anlatılacağını, diğergamlığın diğer tüm eğitim/öğretim süreçlerinin esası
olması gerektiğini vurgulamıştı.
İmam Hatiplerin ortaya çıkışı, ihtiyacın belirleyici olması
yanında “tek partili yıllar”ı
nisbeten yumuşatma niyeti de taşımıştır. Aslında baskılanmış bir ihtiyacın,
günü geldiğinde kendine mecra bulmasının diğer adıdır İmam Hatip okullarının
çıkışı.
Zaman zaman Devlet imkanlarıyla desteklense de çoğu zaman milletin kendi fedakarlıklarıyla
binaları yapılmış, hatta özellikle darbe
dönemlerinde ciddi haksızlıklara maruz kalmıştır.
Tüm olumsuzluklara rağmen milletin bu okullara sahip çıkmasındaki önemli bir etken de bu
çizginin “mutedil” olmasıdır.
İslam
dünyasının farklı coğrafyalarında farklı ekoller din eğitimi merkezi rolü üstlenmiş ama acıdır ki Mısır’daki Ezher dahil “ifrat ve tefrit” dengesinde başarılı
olamamışlardır.
Tüm eksiklerine rağmen İmam Hatip okulları hâlihazırda İslam Dünyasındaki en önemli model
olarak şanslı yerini muhafaza etmektedir. Özellikle son dönemde Ortadoğu ve Afrika’daki anlamsız
çatışmalara bakınca ve bu çatışmaların çoğu zaman dini bilgi ile örtüştürülme çabasını gördükçe İmam Hatip modelinin
daha makul bir model olduğuna inancım artıyor.
28 Şubat’tan bu yana 15
yıllık kaybı nicel olarak hızlı telafi edebilsek de niteliğini aynı hızda
telafi etme şansı maalesef bulunmamaktadır. Bunun içindir ki ÖNDER 2015 yılını İmam Hatiplerde nitelik
yılı olarak değerlendirmiş ve bunu tüm Anadolu’da
şehir şehir yaygınlaştırmak için çaba sarf etmektedir.
Kocaeli,
Konya, Antalya gibi illerde katıldığım koordinasyon toplantılarında;
geçmişle kıyaslanmayacak derecede fiziki imkanlara sahip olmaya başlayan İmam
Hatip Okullarında niteliğin
arttırılmasının en önemli muharrik gücü olarak STK’lar görülmektedir.
Bunun yanında eğitimin
önemli 3 sacayağı olan öğretmen, öğrenci ve velinin süreçlere gönüllü olarak katılımlarının
sağlanması önemli bir gündem olarak ele alınmaktadır. Bunun için de kamu
görevlilerinin amir-memur ilişkisi yerine STK’ların
gönüllülük ilişkisi daha etkili olmaktadır.
Acı olan şu ki 20yy’dan
farklı bir evreyi yaşıyoruz; Devlet okul yapıyor ama STK’lar derslikleri
dolduramıyor. Devlet çalışmanın önündeki engelleri kaldırıyor ve hatta maddi
destek veriyor, STK’lar Devlet’i bile
takip etmekte zorlanıyor. Kaldı ki ideal olarak, STK’yı Devlet’in önündeki
gönüllülük esaslı kuruluşlar olarak yorumluyoruz.
İslam
Dünyasının mutedil eğitim/öğretim modeline
ihtiyacı var. Kanaatimce İmam Hatip modeli en iyi model olma potansiyelini
içinde barındırmaktadır. Tüm bu karmaşanın belki de en önemli çözümü, İmam Hatip modelinin uluslararası modele
dönüştürülmesidir…(Bu yazı 20.03.2015 tarihinde www.haber10.com sitesinde yayımlanmıştır)
15 Mart 2015 Pazar
27 Şubat 2015 Cuma
Erbakan’ı Yeniden Anlamak
“Hoca kırk yılı aşkın mücadelesinde fiziksel ve fikirsel
anlamda yalnızlığıyla imtihan olurken biz de tarihe yön veren bir mücadele
adamına hakkını teslim edip etmemekle imtihan oluyoruz…”
Vefatından tam 10 gün
önce Moskova’da rötar yapmış uçağı beklerken Erbakan Hoca aklıma gelmiş ve “Erbakan’ı Doğru Anlamak” başlıklı bir
yazı yazmıştım. Yukarıda bir cümlesini aldığım o yazı Milli Gazete’de de
alıntılanmıştı…
Hoca imtihanını vermiş olarak 10 gün sonra aramızdan
ayrıldı. Biz ise imtihanımızı vermeye
devam ediyoruz. Hani hep derler ya büyük
insanlar çok sonraları anlaşılır diye, kanaatimce en “Hocacı”
kesilenlerimizin bile onu bihakkın anladığını söylemek güç. Galiba Hoca’yı,
yitirdikten sonra daha iyi anlar ve özler olduk…
Her geçen gün daha iyi anlaşılan kıymetli bir maden gibi uzaklaştı aramızdan. Yaşadığımız birçok
problemde dönüp baktığımızda öngörülerinde ne kadar isabet ettiğini farkettik.
Belki bugünleri kastederek şunları demişti;
“Şu söyleyeceklerime dikkat buyurun; tarih içerisinde, yaşadığımız şu
kısa anların kıymetini belki bugün anlayamayabiliriz. Ama gün gelecek ne kadar
mühim bir vazife ifa ettiğinizi, gelecek nesiller sizi anlatarak ortaya
koyacaklardır…”
AGD Başkanı Salih Turhan
“Davam” isimli kitabı hediye edince Erbakan
Hoca’yı kendi anlatımından yeniden yaşama imkanım oldu. Bir çırpıda kitabı
okudum. Vefatının sene-i devriyesine
birkaç gün kala bu defa “Erbakan’ı
Yeniden Anlamak” fikrinin önemli olduğuna kanaat getirdim…
Bu yazıda biraz daha detaylıca Erbakan Hoca’nın fikirleri üzerinde yoğunlaşmanın
Hoca’yı tanımamış olan ya da yeniden tanımak isteyenler için faydalı olacağını
düşünüyorum…
Öncelikle Erbakan Hoca’yı doğru anlamak için düşünce temellerine dikkatli bakmak
gerekir. Hoca İslam’ı, hayatın temeli ve
her şeyi kabul etmiş, İslam’ın hayatın bütün alanlarında uygulanması
gereken bütüncül bir inanç sistemi
sunduğunu savunmuş, yapılan her faaliyetin (ekonomik, siyasi, kültürel vb.) sadece Allah rızası için yapılması
gerektiğine inanmıştır…
Hz. Adem’den bu
yana temelde iki tür sistemin var olduğunu, bu iki sistemin sürekli mücadele
ettiğini, birinin “hakkı” diğerinin
ise “batılı” üstün kılmaya
çalıştığını, Milli Görüş’ün ise “hakkı”
esas aldığını ve dayanağının “Hak
geldi batıl zail oldu” ayeti olduğunu işlemiştir…
“Nefsini tanıyan
Rabbini tanır”dan hareket ederek hemen her konferansında; doğru ile yanlışı (ilim), faydalı ile zararlıyı (ekonomi), adalet ile zulmü (siyaset ve hukuk) ve güzel ile çirkini (ahlak ve sanat)
kavramamız gerektiğine vurgu yapmıştır…
Hoca önemli bir bilim
adamıdır. Tüm konuşmalarına ve verdiği konferanslara bakıldığında fizikten kimyaya, astronomiden matematiğe
kadar bir çok alanda müktesebatının zenginliğini görmek mümkündür. Hoca’nın bilime yaklaşımı da yine din merkezlidir;
ilahi olanın gözardı edilerek eşyayı, kainatı, insanı anlamanın mümkün
olamayacağını, Kur’an-ı Kerim’i
hakkıyla anlayanların bilimde daha sağlıklı ilerleyeceğini savunur. Modern
bilimler olarak bildiğimiz birçok alanın asırlar öncesinde Müslüman bilginler tarafından temellerinin atıldığını detaylıca
anlatır…
“Batıl”ı anlatırken uzun uzun “Darwin Teorisi”nden bahseder, materyalizmin
Batı’yı ve son iki yüzyılda İslam dünyasını getirdiği durumu anlatır, bu
yaklaşımları “Siyonizm”le
ilişkilendirerek tarihi dayanaklarını, kuruluş felsefesini, yapıp ettiklerini
detaylıca anlatarak sadece Müslümanlar için değil tüm insanlık için Siyonizm’in büyük tehlike olduğuna değinir.
Siyonizm’i timsaha benzeterek “Timsahın
üst çenesi Amerika ise alt çenesi AB’dir. Beyni Siyonizm, gövdesi ise
işbirlikçilerdir…” Müslümanlar için en büyük tehlikelerden bir “Batı taklitçiliği”dir, bundan ve buna
bağlı diğer etkenlerden kurtulmalıdır…
Erbakan Hoca’nın en çok üzerinde durduğu ve bence siyasal düşüncesinin de temelini oluşturan
ana fikir “cihat”tır. 90’lı yıllarda katıldığımız özel derslerinde de 2000
sonrasındaki konferanslarında da cihat düşüncesini tafsilatlı olarak açıklar.
Hak-batıl mücadelesinde hakkın galip gelmesinin yolunun cihat olduğunu söyler
ve cihadı; “kendimizi ıslah edip
olgunlaştırmak ve başka insanlara yararlı olmak için her türlü gayret etmek”
olarak tarif eder. Bütün ibadetlerin bir vakitle sınırlandığını ama cihadın tüm
zamanlarda yapılması gerektiğini, diğer ibadetlerin miktarının belli olduğunu
ama cihadın “takatın sonuna kadar”
olması gerektiğin söyler. Böylece Erbakan Hoca, siyasi, sosyal, kültürel ve
hatta ekonomik faaliyetleri bile cihad düşüncesinin yansımaları olarak görür ve
“cihad etmeyen insanın dünya imtihanını
kazanmış sayılamayacağı” ifadesini kullanır…
İTÜ mezunu olan Hoca konferanslarında bile matematiksel formülasyonlara gider,
örneğin 9 “İ”yi çok önemser ve
birini diğerine karıştırmaksızın detaylıca anlatır; inanç, ihlas, ittika, ittifak, iyi ahlak, ihsan, istişare, itaat,
istikamet. “irfan”ı da bir alt
başlık olarak ele alır ve “sadakat”ı
da daha sonra ekler. Ona göre sadakat; “zoru görünce kaçmamak, cazip makam ve
menfaatlere kanmamaktır…”
Yine teknik kabiliyeti ile “üç çivi”den bahseder ve bu üç temele her halükarda sahip olunması
gerektiğini belirtir; İslamsız saadetin olamayacağını belirten “İslam çivisi”, şuursuz Müslüman
olamayacağını belirten “şuur çivisi”
ve cihatsız İslam’ın olamayacağını belirten “cihat çivisi”. Özellikle “cihat çivisi” Erbakan Hoca’nın teşkilatçılığının da zeminini oluşturur. Ona göre
cihat “emri bil maruf ve nahyi anil
munker” yapmaktır ve bunun yolu da “teşkilatlı ve organize bir şekilde
çalışmak”tan geçer. “Teşkilat, vücuttaki sinir gibidir; 70gramlık sinir düzenli
yapısıyla 70kg’lık vücudu ayakta tutabilmektedir.” Hoca’nın teşkilatçılığı da
matematiksel yaptığını, istatistik
ilmine çok önem verdiğini, her bir eve ve kişiye ulaşmak gerektiğini, bunun
için ilmek ilmek dokurcasına neler yapıldığını ve yapılması gerektiğini 90’lı yıllara
şahit olanlar bilirler. Hatta denebilir ki Milli
Görüş hareketi Türkiye siyasi tarihine damga vurmuşsa ve hatta damga
vurmanın ötesinde değiştirip
dönüştürmüşse bunda Hoca’nın inancı, azmi kadar teşkilatçılıktaki
detaycılığının da etkisi vardır. Üniversite’de okuduğumuz ve gençlik
teşkilatında görev aldığımız dönemde belli periyotlarla bizleri sınıf
temsilcilerine kadar sorgular, her gün
kaç kişiye ulaşıldığına kadar istatistik tutmamızı isterdi…
Birçoğumuz, yapılması gereken işler vaktinde yapılmadığında
Hoca’nın “İntaç! İntaç!” diye tatlı
sert uyarısına şahit olmuşuzdur. Erbakan Hoca teşkilatçılığı şu sıralamayla
formüle eder; inanç, bilgi, plan,
program, kadro, takip ve intaç…
Erbakan Hoca, İslam dünyasının son 300 yılda hakimiyeti
yitirdiğinden bahseder ve dönüm noktaları olarak I. ve II. Dünya savaşlarını görür, 1945’teki Yalta Limanı’nda biraraya gelen emperyalistlerin “yeni bir dünya” tasarladıklarına
dikkat çeker, bunların arkaplanında “ırkçı
Siyonizm”in çabaları olduğuna vurgu yapar, özellikle “soğuk savaş” döneminde ABD’nin dünyada “kominizm tehlikesi” propagandası ile sömürüsüne devam ettiğini,
soğuk savaş bitince de “yeni tehlike
olarak İslam”ı seçtiklerini ve bilinçli olarak düşmanlaştırıldığını
anlatır…
Tüm bu oyunlara karşı Müslümanların bilinçli ve yekvücut
olması gerektiğine ve “dünyanın
anatomisi”ni bilmeleri gerektiğine vurgu yapar. Erbakan hoca için “Müslümanlar arasında sulh” çok
önemlidir. Her ne sebeple olursa olsun Müslümanlar
birbirlerinin kanını dökmemelidir çünkü bu durum “ırkçı Siyonizm”e hizmet etmiş olur. Irak işgali olmasın diye birkaç kez “barış diplomasisi” yaptığı, Saddam
ile defalarca görüştüğü, tam işgal öncesinde 22 gün boyunca tarafları
ikna turu ile uğraştığı bilinmektedir. Şahsen detayına şahit olduğum Şeyh Osman ile Talabani arasındaki savaşı
ateşkes ile sonuçlandırma iradesi, Erbakan Hoca’nın Müslümanlar arasında vahdete ne denli önem verdiğinin somut örneğidir…
Mehmet Zahid Kotku
Hazretlerinin Erbakan Hoca’nın şeyhi
olduğu, mücadele azmini ondan aldığı bilinir. Görünen o ki manevi etkisi
yanında Kotku Hazretleri, ekonomik ve siyasi uğraşlarda da Erbakan Hoca’yı
teşvik etmiş, Gümüş Motor’un
kurulması ve siyasete aktif girilmesi
konularında tabir caizse kendisine “görev” vermiştir. Bu husus Erbakan Hoca’nın tasavvuf geleneğiyle olan
ilişkisi açısından önemlidir…
Cumhuriyet’le
beraber dindar insanlar bir taraftan dini yaşantılarıyla ilgili büyük zorluklar
yaşarken diğer yandan hayatın birçok alanından dışlanmışlardır. “Tek parti dönemi”nin sona ermesiyle
görece bazı rahatlamalar olmuşsa da 60
ihtilali ile yeniden sıkıntılar başlamıştır. Erbakan Hoca’nın Gümüş Motor projesi, ekonomik hayattan
dışlanan dindarlar için bir nefes alma hamlesine dönüşürken aynı zamanda sıkça
dile getirdiği “motajcı zihniyet”e
de bir tür meydan okuma anlamı taşır. Çünkü Batı’ya ekonomik bağımlılığın aynı zamanda kültürel bağımlılık doğuracağına
inanmaktadır…
Erbakan Hoca ekonomi üzerinde çok detaylı durur; kapitalist ekonomik sistemin azınlık
bir gurubu güçlendirdiğini, kominist
ekonomik sistemin ise devleti güçlendirdiğini uzunca anlattıktan sonra
çözümün “Adil Düzen”de olduğunu
söyler. Ona göre adil düzen çok yönlü bir yaklaşımın aynı zamanda ekonomik versiyonudur.
Buna göre Adil Düzen’de; materyalizm
değil maneviyatçılık, çatışma değil diyalog, çifte standart değil adalet,
üstünlük değil eşitlik, sömürü değil işbirliği esas alınır. İşin özü “hakça paylaşım”dır…
Hoca’nın zirve
projesi hangisiydi diye soracak olursak muhtemelen “D8” diyeceğiz. İktidarı döneminde “havuz sistemi” ile ekonomiyi toparlar toparlamaz İslam
dünyasındaki sorunlara çözüm bulmak niyetiyle farklı bölgelerden en büyük
nüfusa ve hinterlanda sahip 8 ülkeyi bir araya getirerek G8’e alternatif sayılabilecek altyapıda bir kurumlaşmaya gitmeye
çalışmıştır. Bugün İslam dünyasındaki çatışmaları görünce D8’in akamete uğratılmasının ne büyük bir sıkıntı olduğunu daha net
müşahede ediyoruz. Hoca’ya göre D8
projesi “İslam Birliği” hedefinin en önemli adımıydı ve buna kesin olarak
inanmıştı;
“İnançla bir kez daha söylüyorum; İslam Birliği muhakkak kurulacak! Hiç
başka yolu yok! Biz bunu bu gün söylüyor ve ilan ediyoruz. İçimizde bu gerçeğe
ters düşenler, yarın İslam Birliği kurulduğunda mahcup olacaklardır…”
“Kıbrıs Barış
Harekatı” Erbakan Hoca’nın sıkça gündeme getirdiği önemli bir hamledir.
Doğrusu o dönemlerde çok dillendirilmesi bende de abartıldığı izlenimi
oluştururdu. Ama tarih okumalarıyla beraber meseleye baktığımızda Osmanlı’nın toprak kaybetmeye başladığı
Karlofça Antlaşması’ndan bu yana kazanılan en stratejik zafer olarak
değerlendirilebilir. Bugünlerde Süleyman
Şah türbesi tartışmalarını da göz önünde bulundurduğumuzda 1974 yılındaki
harekat, harekatta Hoca’nın ısrarı, Peygamberimiz
(sav)’in halası Ümmü Haram’ın medfun edildiği yere kadar kararlıca
ulaşılması tarihe kaydedilmeyi ziyadesiyle hak ediyor. Hoca’ya göre Kıbrıs
Harekatı “denizde, havada ve karada
yapılmış kombine bir savaştır…”
“Bir iş başarmak için
önce o işin delisi olmak lazım” diyen Erbakan Hoca benim de katıldığım özel
eğitim toplantılarında inanç ve azim vurgusu yapar ve meşhur ifadesiyle “İman, tekeden bile süt çıkartır”
derdi. Hoca’nın defterinde “vazgeçmek”
yoktu; Odalar Birliği’nden kovulunca
Milletvekili olur, patisi kapatılınca yeni parti kurar, yasaklı olsa farklı
çözümlerle çalışmalarına devam ederdi…
28 Şubat’ta “neden
masaya yumruk vurmadı?” gibi günübirlik
ve tepkisel yaklaşımlara rağmen sabırla yoluna devam etti, “Bu yapılanın tarihte küçük bir noktadan fazla
kıymeti yoktur…” diyerek yeni parti kurdurdu, mücadelesine kaldığı yerden
devam etti. Zaman yine onu haklı çıkardı ve “masaya yumruk vurma”nın bedelinin toplumsal olarak ne kadar ağır
olabileceği birçok İslam ülkesinde acı bir tablo olarak yaşandı. Ki Hoca,
atlattığı tüm badirelere rağmen bugün Müslümanlar arasında daha çok ihtiyaç
duyduğumuz şu yaklaşımı ortaya koyuyor;
“Herşeye rağmen bizim kimseyle
kan davamız yoktur. Bir çok Müslüman ülke işgal edilmiş, görülmemiş zulümler
işlenmiş ve bütün dünya kontrol altına alınmaya çalışılmış. Buna rağmen bizim
hiç kimseyle intikam hesabımız yoktur. Bizim sadece bütün insanlığa saadet
getirme hesabımız vardır…” Bugünlerde özellikle Müslümanlar arasında bu
yaklaşıma ne de çok ihtiyacımız var…
Hoca’ya göre Milli Görüş, dayanağı İslam olan ve insanlığın
huzur bulacağı bir görüştür. Bu sebeptendir ki Milli Görüş’ü Hz Adem’den başlatır, Alparslan’dan, Fatih’ten,
Selahattin’den Çanakkale’ye, oradan da günümüze getirir. Milli görüşün 5 temeli olduğunu belirtir; barış ve kardeşlik, hak ve özgürlükler, adalet, refah ve saygınlık.
Ona göre Milli Görüş, “… mevcut herhangi bir düşünce veya
hareketin reaksiyonu değildir. Doğrudan doğruya ilim ve fikir aksiyonu olarak
ortaya çıkmıştır.”
Erbakan Hoca Kürt
meselesi ile ilgili yaptığı hamleler sebebiyle önemli bedeller ödemiştir.
Özellikle 90’lı yıllardan itibaren “Kürt meselesi”ni açık ve net olarak ifade
etmiş, bizim köyde haksız yere öldürülen
iki genç dahil onlarca meseleyi TBMM’de soruşturma konusu yaptırmıştır. 28 Şubat sonrasında Refah Partisi’nin
kapatılmasında en önemli gerekçelerden biri de meşhur Bingöl konuşmasıdır. Hoca farklı ortamlarda “Andımız”a karşı çıkmış, Türkler’in Kürtler’den daha üstün
olmadığını, üstünlüğün “ancak takva ile” olabileceğini vurgulamıştır. Özellikle
Kürtçe anadil tartışmaları ile
ilgili söyledikleri bugün bile anlamlıdır;
“Irkçı, inkarcı ve materyalist politikalara sapıldığı için ülkemiz
onlarca yıl bir felaketin içine sürüklendi. Dil meselesi bunun en bariz
örneğidir. Efendim Türkçe mi konuşulacak, Kürtçe mi? İnsanların kendi anane ve
örflerine göre yaşaması en tabii insan hakkıdır. Anadilini konuşur, ona göre
çocuğuna öğretir. Bunları önlerseniz zalim olursunuz!”
Erbakan Hoca din
eğitimine çok önem vermiş, dini dışlayan eğitim sisteminin “ırkçı emperyalizm”e hizmet edeceğini söylemiş,
iktidarları döneminde Din Kültürü
dersinin okullarda okutulması, İlahiyat fakültelerinin
ve İmam Hatip okullarının
yaygınlaştırılması, İmam Hatip
mezunlarının üniversiteye girebilmesi için kanunlar çıkartmıştır. İmam Hatip
okullarını o kadar önemsemiştir ki muhalifleri “arka bahçe” suçlamasına başvurmuşlar, 28 Şubat darbesini yaparken Hoca
ile beraber İmam Hatip okullarını da bitirmeye çalışmışlardır...
Rivayete göre vefatına yakın Hoca’ya Arap Baharı sorulunca “Siyonizm
kadro değiştiriyor…” demiş. Bu rivayetler o dönemde dolaşırken Arap Baharı
ile heyecanlanan ben dahil çok kimse bu sözü anlamakta zorlanmıştık. Yazının
başında da belirttiğimiz gibi Erbakan Hoca’nın kıymeti zamanla anlaşılıyor ve
belki bizden sonraki nesil çok daha iyi anlayacak. Arap Baharı’nın estiği her yerin tar-u mar olması olayların
göründüğü gibi olmadığını, özellikle bizi
birbirimizle meşgul eden her işe kuşku ile bakmak gerektiğini gösteriyor.
Hoca’nın sıkça tekrarladığı “Küfür tek
millettir!” inancı, “dünya
anatomisi”ni çok iyi kavramamız gerektiğini bir kez daha acı bir tablo
olarak önümüze koyuyor…
Hasan el-Benna’nın
nasihatlerine benzer şekilde Hoca’nın
adeta düşüncesini özetleyen şu paragrafla bitirelim;
“Bizim davamız İslam’dır. Gayemiz Allah’ın rızasını kazanmaktır.
Hedefimiz hak nizamı hakim kılmaktır. Arzumuz tüm insanlığın saadetidir.
Yolumuz cihattır. Yöntemimiz iknadır. İnsanlığın kurtuluşu ancak İslam ile
mümkün olabilir. İslam ise Allah yapısıdır. Dolayısıyla mükemmeldir, eksiklik
ve fazlalık kabul etmez. Bu dava için çalışmak herkese nasip olmaz…”
“Ben bu mücadeleyi ikbal, makam, şöhret veya seçimlerde bana oy
versinler diye yapmadım.
Ne yaptıysam Allah rızası için yaptım.”
(Bu yazı 27.02.2015 tarihinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)