22 Haziran 2015 Pazartesi

“İmam Hatipler İhtiyaçtır"


Geçtiğimiz günlerde düzenlenen 53. Olağan Genel Kurulu’nda İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği (ÖNDER) Genel Başkan`lığına seçilen Halit Bekiroğlu, ulkehaber.com`un sorularını yanıtladı.




“NİTELİKLİ YENİLİK”İ ESAS ALACAĞIZ
G: Öncelikle hayırlı olsun diyelim, yeni başkan seçildiniz. Yeni başkanlık sürecinde ne gibi misyonlar üstleneceksiniz? Ne gibi yenilikler yapacaksınız?
H: Öncelikle bu mülakatınız için teşekkür ediyorum. Konuşacağımız hususlar hem Ülke Haber için hem de imam hatip camiası için inşallah faydalı olur. Ülke Haber’in ağırlıklı olarak gençlere ve hanımlara yönelik haber yapması bizi çok memnun etti. İmam hatiplerin belli bir misyonu zaten var. Malum olduğu üzere İmam Hatip okulları, çocuklarımızın ve gençlerimizin din eğitimine yönelik faaliyet gösteren okulladır. Bu misyonu daha nitelikli bir şekilde devam ettireceğiz.
İmam Hatip misyonunu devam ettirirken yenilikler de katmaya çalışıyoruz. “Zamanın ruhu”ndan bahsediyoruz. Hz.Ali çocuklarına şu nasihati yapıyor: “Çocuklarınızı kendi döneminize göre değil, onların yaşadığı döneme göre yetiştirin.” Dolayısıyla biz bu dönemin ruhuna, şartlarına yönelik yenilikler yaparak bu misyonu daha ileri noktalara taşımaya çalışıyoruz. Bunu genel kurulumuz öncesinde ve sonrasında ciddi bir şekilde uygulamaya başladık.
Öncelikle kadromuzda önemli oranda yenilik yaptık. Yönetim kurulumuzda %50 civarında yenilenme söz konusu oldu. Eski arkadaşlarımızın çok büyük katkıları ve emekleri oldu fakat bizim artık yeni insanlara ve gençlere yol açmamız gerekiyordu ki onlar kendi dönemlerinin ruhunu daha iyi yansıtabilsinler. Bir de 11. kurultayımızı “nitelikli yenilik” temasıyla düzenledik. Dolayısıyla imam hatipli öğrencilerimizin kalitesini nasıl arttırabiliriz ve bunun için neler yapabiliriz gayreti içinde olmaya çalışacağız.
“İMAM HATİPLİLER DAHA ETKİN HALE GELECEK”
G: Geçmiş dönemlere baktığımızda, imam hatip mezunlarının devletin birçok bölümünde siyasi anlamda başrolü oynadığını görüyoruz, en büyük örneği Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan. Peki, yeni mezunlarda bu tarz misyonlarda görev alabilecek, daha ileriye taşıyabilecek arkadaşlarımızı ve mezunlarımızı görebiliyor musunuz? Geleceğe nasıl bakıyorsunuz?
H: Bahsettiğiniz gibi Sayın Cumhurbaşkanımız imam hatip mezunu ve aynı zamanda ÖNDER Derneğimizin de üyesi. Çok sayıda siyasetçi de imam hatip mezunu ama sadece siyaset alanında değil; bürokraside, iş hayatında, sosyal hayatta, kültürel hayatta ve hatta sporda imam hatip mezunu olan etkili insanlar var. Ama günümüzde siyaset biraz daha ön plana çıktığı için daha çok siyaseti konuşuyoruz. Burada imam hatiplilerin bir karakteristik özelliğinden bahsetmem lazım; İmam hatip okullarındaki öğrencilerin sosyal ve toplumsal tarafı çok daha güçlü. Bence imam hatip mezunlarının siyasette bu kadar etkili olmalarının bir sebebi de budur. Bu konuyla ilgili ciddi akademik çalışmalar da var. Ona dayanarak bunu söylüyorum, nitekim bizim gözlemlerimiz de bu yönde.
Biz akademik başarıyı çok önemsemekle beraber öğrencilerimize sadece akademik başarı merkezli bakmak istemiyoruz. Bir öğrencimiz akademik anlamda başarı gösterir, bir öğrencimiz sporda başarı gösterir, diğeri sanatta başarı gösterir, diğeri sosyal faaliyetlerde başarı gösterir. Ama şunu önemsiyoruz; her bir öğrencimiz başarılı olsun, başarı duygusunu yaşasın istiyoruz. Bu yönüyle imam hatipler, sosyal ve toplumsal tarafı etkili olan okullardır. Öğrencilerimizin bundan sonraki dönemlerde sadece Türkiye değil, ülkemiz dışında da imam hatipli gençlerimizin daha etkili olacağını düşünüyorum.
Ama şunu belirtmem lazım, imam hatip öğrencileriyle ilgili bir kesinti yaşandı. 28 Şubat sürecinden bu yana imam hatip öğrencileri çok sağlıklı bir şekilde eğitim hayatına ve sonraki yaşama yönelemediler ama bundan sonra yeni imam hatiplilerin hem ülkemizde hem de diğer coğrafyalarda iz bırakacak işlere imza atacaklarına inanıyorum.
“İMAM HATİPLER İHTİYAÇTIR”
G: Hazır yeri gelmişken sorayım, imam hatipliler misyonlarını tamamladığına dair eleştiriler yapılıyor. Siz misyonu tamamladığını düşünüyor musunuz? Bu eleştirilere karşı düşünceleriniz nelerdir?
H: İmam hatiplilerin ihtiyaç olup olmadığı sorusuna cevap verirsek bu soruya da cevap vermiş oluruz. Son dönemlerde biraz da oryantalist bakış açısıyla dışarıdan, İslam dünyasının gelişimine yönelik bir yaklaşım olarak söyleniyor bence. Bu daha mikro ölçekte, Türkiye’de imam hatipliler için dillendiriliyor. İmam hatipler bu ülke insanının en temel ihtiyacı olan din eğitiminde ortaya çıktığı için, misyonunu tamamlamaları da mümkün değildir.
İhtiyaç meselesini biraz daha açalım; özellikle Cumhuriyetle beraber insanlarımızın kendi çocuklarına din eğitimini verme zorluğu sebebiyle imam hatipler ortaya çıktı. Yani bu ülke Müslüman bir ülke, bu ülkenin insanı da Müslüman ve kendi çocuklarının da İslam’ı bilmesini, anlamasını istiyor. Din eğitimini almasını istiyor, ama aynı zamanda kendi çocuğunun iş hayatına da katılmasını istiyor, başarılı olmasını istiyor, meslek sahibi olmasını istiyor. İmam hatiplerin avantajı şu; İmam hatipler hem din eğitimi veriyor, hem de meslek edinmeye yönelik eğitim veriyor.
Dolayısıyla Türkiye’de insanların ihtiyaç duyduğu bir alan. İhtiyaç olduğu için de misyonu tamamlaması gibi bir şey söz konusu değil. Modern dönemde kapitalistleşmeyle birlikte insanlarımızın çok fazla bireyselleşmesi, aşırı tüketici toplum olmamız ve bencilleşmemiz vs. tüm bunları hesaba kattığımızda imam hatipli öğrencilerde bahsettiğim fedakârlığa dayalı sosyal ve toplumsal vurgu, ailelerimizin, gençlerimizin de ihtiyaç duyduğu bir durumdur.

“TOPLUMUMUZA EN UYGUN ÖĞRENİM MODELİ İMAM HATİPLERDİR”
G:Siz Marmara Üniversitesi mezunusunuz,  Marmara Üniversitesi’ndeki imam hatip mezunu olan öğrencilerin farkını görebiliyor musunuz?
H: Dediğim gibi 28 Şubat’tan dolayı ciddi bir kesinti var. Şuanda Marmara Üniversitesine imam hatip mezunu olarak gelen öğrenci sayısı bizim dönemimize göre daha az. İmam hatipli öğrenciler iyi diğerleri kötü diye asla düşünemeyiz. İmam hatiplilerin diğer öğrencilere göre avantajı var, hem bahsettiğimiz ahlak ve din eğitimini veriyor hem de normal eğitim için gerekli olan sosyal, sayısal vs. bütün bilgileri veriyor. Bunun için imam hatip modelinin bizim topluma çok daha uygun bir model olduğunu düşünüyorum. Üniversitede imam hatip okuyan öğrenciyle imam hatip okumayan öğrenci arasında elbette bir miktar fark oluyor. Diğer öğrencilerimizi ayrıştırmadan şunu söyleyebiliriz ki imam hatipliler, toplumumuzun örf ve adetlerine, kültürüne, medeniyet kodlarına daha yakın bir yerde duruyor.
“ARTIŞ DEĞİL, HAK İADESİ OLMUŞTUR”
G: Şuan imam hatip okullarının hızlı artışına yönelik eleştiriler oluyor. Siz bu artışı çok görüyor musunuz, yeterli mi yoksa eksik mi? Daha da üstüne katılması gerekiyor mu sizce?
H: Siz medya alanıyla ilgileniyorsunuz, iyi bilirsiniz ki eleştiride olumsuzluklar, olumlu duruma göre medyada daha fazla ön plana çıkar. Ama aslında az önce de konuştuğumuz gibi ihtiyaç söz konusu olduğu için insanlar çocuklarını isteyerek gönderiyor imam hatiplere. Hem din eğitimi için hem de ahlak bakımından ihtiyaç duydukları için. Yani tamamen ihtiyaçtan kaynaklanan bir durumla karşı karşıyayız.
Dolayısıyla, çok fazla imam hatip var demenin bir anlamı yok. Şöyle bir istatistik paylaşayım; Sanılıyor ki imam hatipler çoğaldı şu oldu bu oldu, doğru son 3-4 yılda imam hatiplerin sayısı diğer yıllara nispeten hızlı arttı. Ama 28 Şubat’tan bugüne kadar da çok ciddi bir kesinti vardı. Bunu hesaba kattığınızda ve dönüp 28 Şubat öncesindeki oranla kıyasladığınızda bugün, daha yeni imam hatip öğrencilerimizin sayısı 28 Şubat’tan öncesinin oranına ulaşmış durumda. O zaman yüzde 10-12 civarlarındaydı şimdi yine yaklaşık aynı oranlarda değişiyor. Dolayısıyla burada, abartılı bir artış söz konusu değil, tam tersine bir hak iadesi söz konusudur. Özetle, imam hatiplilerin önü kesilmişti, şimdi 28 Şubat öncesinin oranına dönmüş olduk.
“İMAM HATİP MEZUNU ÇOK BAŞARILI İŞ ADAMI OLABİLİR”
G: İmam hatip mezunlarının Türkiye ekonomisindeki kalkındırmaya yönelik finansal başarısını nasıl görüyorsunuz?
H: Bu sorunuza iş adamı kimliğimle cevap vereyim. İmam hatip mezunuyum, tarih bölümünden mezun oldum ama dış ticaretle uğraşıyorum. Çok sayıda ülkeyle ticaretimiz var. İhracat-ithalat faaliyetleri yapıyoruz. Türkiye’mizin gıda üzerine önemli bazı markalarının yurtdışında temsilciliğini, distribütörlüğünü yürütüyor, ülkemizi ekonomik anlamda da dışarıda temsil etmiş oluyoruz. Demek ki bir imam hatipli iş adamı da olabilir, finansla ilgili kendi ülkesinde katkıda da bulunabilir, âlim de olabilir, sporcu da olabilir ve sanatçı da olabilir. Biz de bunu söylemeye çalışıyoruz ama ülkede siyaset daha belirgin olduğu için imam hatip mezunlarının sadece siyasetçi tarafı daha bir ön plana çıkıyor. Aksine iş hayatında da, ekonomik hayatta da ve diğer alanlarda da aktif imam hatipliler var.
G:Öncelikle sorularımıza içten ve samimi bir şekilde cevap verdiğiniz için çok teşekkür ederim, benim unuttuğum ve sizin söylemek istedikleriniz var mı?

H: Ben de çok teşekkür ederim, haber anlayışınız gayet güzel. Umarım gençlere ve bayanlara yönelik, ülkemizde özellikle kültürel, sanatsal, sportif çalışmalara daha fazla katkıda bulunursunuz.
(Bu röportaj Ülkehaber'de yayınlanmıştır)

21 Mayıs 2015 Perşembe

İmam Hatip Okullarında Nitelik

Seçim sathı mailine girerken gündemdeki tartışmalardan biri de İmam Hatip okulları…
Öncelikle şu tespiti yapmak lazım; İmam Hatip okulları darbelerden en çok etkilenmiş ve her defasında küllerinden yeniden doğmuş okullardır. İmam Hatip tarihi bir tür sivilleşme, hak ve adalet mücadelesi tarihidir. Okullar bu yönüyle, eğitim/öğretim faaliyetinin yanında sosyal role de sahiptir…
Dolayısıyla bugünlerde bazı siyasilerin, İmam Hatip okullarını akamete uğratmaya dönük yaklaşımları en başta “millet”i rahatsız eder ve milletin buna tahammül mümkün değildir…
İmam Hatiplerin elbette nitelik problemleri var. Bu kadar yıl sekteye uğratılmış okulların bir anda mükemmel okullara dönüşmesini beklemek haksızlık olur…
Hemen her İmam Hatip mezunun sıkça dillendirdiği “eskiden farklı bir ruh vardı” söylemi bu günlerde sıkça tekrarlanır oldu. Bu söylemin tabi ki nostaljik boyutu da var ama İmam Hatip okulları eskisi ile kıyaslanmayacak farklı bir realite ile karşı karşıya. Bu realiteyi doğru tespit etmezsek yanlış kıyasların etkisiyle çözümden uzaklaşırız...
İmam Hatipleri eski ile kıyaslamadan önce bu noktaya gelişin serüvenini iyi bilmek gerekir. 28 Şubat postmodern darbesi İmam Hatiplerin orta bölümünü kapatarak ve katsayı uygulaması başlatarak ağır bir travma yaşanmasına sebep oldu. Sayıları ciddi olarak düşen ve bitme noktasına gelen bu okullar milletin çabalarıyla ayakta kaldı. Son birkaç yılda İmam Hatiplerin önü açılınca okullara ciddi bir rağbet oldu...
Takdir edilir ki 15 yıllık travmayı hemen atlatmak elbette mümkün değil. Bu ciddi kesinti, “İmam Hatip ruhu”nun sürekliliğine de en büyük darbeyi vurdu…
Bununla birlikte okullardaki yöneticiler, öğretmenler de bu süreçten etkilendiler ve bir kısmı hala 28 Şubat psikolojisinden sıyrılabilmiş değil. Genç idareciler ve öğretmenler ise heyecanlarına rağmen 28 Şubat öncesi ruh ile olan irtibat zayıflığının eksikliğini yaşamaktadırlar…
Bir özeleştiri yapacak olursak niteliğin daha hızlı artmamasında modernleşen yaşam tarzımızda “fedakarlık”ın azalması, yerine bireyselliği bırakmasının da önemli etkisi var. “Başkası için çabalama” duygusunun azalması bizi, kendimizi merkeze alan ve dolayısıyla “daraltan” duruma düşürmektedir…
Aksine fedakarlık yapan, her bir öğrenciyi önemseyen, öğrencinin iç alemi ve sorunlarıyla ilgilenen, küçücük bir problemi bile önemseyerek çözüm bulmaya çalışan, geliştirmeye ve ilerletmeye çabalayan kişiler, kurumlar ve organizasyonlar İmam Hatiplerin yeniden eski ruhuna kavuşmasında önemli rol üstlenmektedirler…
Niteliğin arttırılmasında “başarı” kavramı önemlidir. Şüphesiz nitelik başarıyı, başarı da niteliği tetikler. Ama başarıyı sadece “akademik başarı” olarak görürsek yanlış bir sınırlamaya gitmiş oluruz. Her bir gencimiz ayrı bir dünya ve ayrı bir değer olduğuna göre her birinin başarı gösterebileceği yeteneği ve alanı da farklıdır. Kimi sanatta, kimi derslerde, kimi ilmi çalışmalarda, kimi sporda, kimi de sosyal faaliyetlerde başarılı olacaktır…
Farklı alanlarda başarılı olmalarına imkan sağlamadığımız çocuklarımızı bilerek ya da bilmeyerek öldürmüş oluyoruz…
İmam Hatipler başta da ifade ettiğimiz gibi sosyal rolü etkili olan okullardır. Sadece akademik başarı sağlayan çocukların önemsenmesi, İmam Hatiplerin niteliğinin arttırılması için kesinlikle yeterli değildir…
Onbeş yıllık kayıp dönemin zararını telafi etmek için bir tür seferberlik uygulaması gerekir. Her bir gencimizi ayrı bir dünya olarak ele alıp maneviyatıyla, dersleriyle, sosyalliğiyle, inceliğiyle daha bir ileri taşımak için idarecilerimizin, öğretmenlerimizin, derneklerimizin, gönüllülerimizin can havliyle çaba sarfetmesi elzemdir…
Nitelikli toplulukları hiç kimse ve hiçbir şey engelleyemez. Bugün engellenir yarın ortaya çıkar. Burada engellenir bir başka yerde ortaya çıkar…

14 Mayıs 2015 Perşembe

Bir Günde Avrupa Turu

Seyahat etmek için, uzunca listelenen şartların oluşmasına gerek olmadığına inananlardanım. Bu yönüyle "zuhurata tabi olanlar" meşrebindenim. Anlık kararla, seyahate çıkmış, ikibin km'yi karayoluyla katetmiş biri olarak, Münih'ten bu satırları yazıyorum...
Aniden seyahate karar vermenin uzunca planlardan daha doğal olduğu kanaatindeyim. Tam teşekküllü, günlerce hazırlığı yapılan seyahatlerin de şüphesiz ayrı tadı var ama ben içinde sürprizler barındıran seyahatleri daha çok seviyorum. Akıbetimizin nasıl olacağının belirsizliği gibi kendimi seyahatin kucağına bırakmak istiyorum... 
Kıymetli Ümit Aktaş Ağabey, yazdığım bazı mısraları eleştirmesi için kendisiyle paylaştığımda, "yolda olmak mı aşkta olmaktır" mısramı beğendiğini ve kullanmak istediğini söylemişti. "Yola revan olma"nın kendi başına anlamlı olduğuna ve "meçhule yolculuk" gibi aynı anda çok farklı dünyaları yaşattığına hep inandım. Yolun bizzat kendisinin de kıymetli olduğunu ise bizzat yaşıyorum...
Kıymetli dost Asım Gültekin üniversite yıllarında trenle Avrupa turuna davet etmişti. Bilmiyorum, belki de esin kaynağı Cahit Zarifoğlu'nun otostopla tüm Avrupa'yı gezmesiydi. O günün şartlarında şartlarımızı biraz zorlasak belki biz de o tura katılabilecektik. Geriye; yapanların yapmış olduğu, yapmayanların ise "yapamadığı" ve tabii ki pişman olduğu bir anı kalmış oldu...
Bu defa karşıma çıkan Avrupa turunu kaçırmak istemedim. Her zamankinden yoğun bir atmosferde, kararımı belki de mistik olarak tetikleyen, Ahi Çelebi Cami'sinde birkaç gün önce kıldığım namaz oldu. Malumunuz rivayete göre o mekanda Evliya Çelebi rüyasında Peygamberimiz (sav)'i görür ve "Şefaat Ya Resulullah!" diyeceği yerde heyecandan "Seyahat Ya Resulullah!" der...
Belki de Evliya Çelebi'nin motivasyonu ile Pazartesi sabah namazından sonra akrabam Veysel ile yola çıktık. "Alman arabası"nın da gücüyle kısa bir sürede Kapıkule'ye vardık. Türkiye'den çıkar çıkmaz Bulgaristan'ın sıkıntıları ve polislerin küçük hesapları eşliğinde Sofya'da kahvemizi içip nefes aldık...
Sonraki durak Sırbistan. Kalontina'dan sınırı geçerek Belgrad'a uzandık. Bosna'daki yıkımın hala izleri ortadayken Belgrad'ın rahatlığı burukluk oluşturdu bende. Sonraki adım Hırvatistan'ın başkenti Zagreb'e geldiğimizde ise Bosna'nın nefes almasına vesile olmaları ve akabinde Boşnakları katletmeleri arasındaki ikilemi hatırladım. Ortodoksluk-Katolikliklik uyuşmazlığına rağmen "El-kufru milletun wahideh!" mesajı bütün netliğiyle bizi uyarıyordu...
Sonraki adımda ise Avrupa'nın en gelişmiş ülkelerinden sayılan Slovenya'nın kalbine, yani Ljublijana'ya vardık. Kişi başına düşen GSMH'nın tadını çıkarıyor Slovenya. Sınır şehri olan Villas ise dingin bir kasaba hüviyetinde. Belli bir saatten sonra herkesin dinlenmeye çekildiği, hayatın akışının durduğu şirin bir kasaba...
Avusturya'ya girdiğimizde ise artık her şeyiyle Almanya'ya girmiş gibi hissettik kendimizi. Otoban sistemi, iletişim, ödeme biçimleri vb hususlarda Almanya'nın, rengini verdiği bir ülke...
Almanya'nın sanayi şehri Münih'e vardığımızda ise sabah ezanı okunmuştu. Bir günde yedi ülkeyi birden yaşamıştık. "Yedi"nin bir anlamı var mı; "yedi güzel adam"a ya da "Doğu'nun yedi çocuğu"na burdan atıf çıkar mı? Batı'ya gelmenin aslında "Doğu'ya dönmek" olduğu gibi mistik çabalar karşılığını bulur mu yoksa her bir çocuk gibi yeni çocuklar da Batı'ya teslim mi olur!
Tabii ki Avrupa'nın, dolayısıyla Batı'nın hal-i pür melali ile ilgili iddialı şeyler söylemek elbette kısa seyahatlerle doğru olmaz. Ama yakinen anlaşılan şu ki; at sırtında kalbine kadar ulaşılan ve fethedilen Avrupa, uçakla zaten çok yakın ve karayolu ile de ulaşım seçeneğinin ayrı cazibesi var...
Üniversite yıllarımızda hiçbir bahaneye sığınmamış, küçücük cep harçlığımla komşu ülkelerin dördüne gitmiştim; dört yılda dört ülke!
Şimdi azıcık zorlamayla bir günde 7 ülkeyi yaşayabiliyoruz...
Umarım, "Seyahat ediniz sıhhat bulunuz!" emrini, yine getirip "imkanlar"a bağlamazsınız. Zihnimizi açacak, gönlümüzü zenginleştirecek ve bedenimizi farklı iklimlere alıştıracak seyahatler, küçücük dünyalarımızı büyütecek ve mevcut halimize önemli katkılar sunacaktır...
Bu yazıyı, Münih'in merkezinde kuşların cıvıltısı ve suların şırıltısında yazdım. Karnım aç ama umrumda değil, sıhhatli olmak istiyorum...

6 Mayıs 2015 Çarşamba

"Bilmek Azaptır"

Üniversite yıllarında kampüslerimizde “hergele meydan”ları olurdu. Gece boyu yaptığımız okumalar ve müzakerelerin etkisiyle hemen her sabah gözleri mahmur bir şekilde ve çoğu zaman saçları/sakalları dağınık olarak “hergele meydanı”nda buluşurduk…
Savunduğumuz düşünceye uygun elimizde gazete ve kitabımız bulunurdu. Çaylar eşliğinde “dava arkadaşları”mızla bu mekanlarda hasbihal ederdik…
Bugünlerle karşılaştırdığımda seksenli ve doksanlı yıllarda daha dikkatli okuyucular olduğumuzu söyleyebilirim. Daha o yıllarda “kitap okuma”nın zahmetli bir iş olduğunu farketmiştim ama keyifli tarafına odaklanmaya çalışarak kitapla ilişkimi sürdürdüm…
Hani bazen düşüncelerimizi bizden daha iyi ifade eden olur ya; yine hergele meydanı’nda bir sabah gazete okurken yazarın biri “bilmenin zahmeti” üzerinde duruyordu. Tam da düşündüklerime tercüman olarak insanlarımızın neden okumadıkları ve derinlemesine bilgi edinme çabası içerisinde olmadıklarını anlatıyordu…
İmam-ı Azam’a atfedilen; “Bilmediklerim ayaklarımın altına serilseydi başım göklere değerdi” sözü bana hep bilmenin zahmetini hatırlatmıştır. Bilmek, olan durumun ötesine geçip öze ulaşma çabası gibidir. Bir tür hakikate ulaşma çabası. Bu ulaşma çabasının bizatihi kendisi yorucudur ve dolayısıyla tahammülü kolay değildir…
Bilmek, kişinin kendi eksikliğini fark etmesini de sağlar. Çünkü bildikçe, neleri bilmediğimiz ortaya çıkar. Tersinden; ne kadar az şey bildiğimizin anlaşılmasına vesile olur. İmam-ı Azam’ın sözü aslında bir tür “haddini bilmek”tir. Neleri bilmediğini veya bilemeyeceğini anlamaktır. Ölçüsünü ve menzilini bilmektir. Kişiye haddini bildiren de yine kendi bilgisidir…
O yüzden biz üniversitede “herşeyi bilirdik”, bilmediğimiz konularda bile bilgimiz vardı. yeryüzündeki her meseleyle ilgili sözümüz olurdu. Üniversite şartlarında yadırganamaması gereken bu mesele yaş ilerledikçe haddini bilmeye evriliyor, ki bunda en önemli saik bilmenin, kişiyi kendi gerçeği ile yüzleştirmesine vesile olmasıdır. Bir tür Yunus Emre’nin “ilim kendin bilmektir” mısrası gibi…
Geçenlerde bir dost ziyaretinde “bilgi azaptır” sözünü duyunca sarsıldım. Yıllar önce üniversitede okurken istifade ettiğim köşe yazarından çok daha güzel ifade edilmişti. Eskilerin “efradını cami, ağyarını mani” dediği türdendi. Bilginin neden bu denli yorucu olduğunu ve ille de süründüre süründüre kendisine ulaştırdığını, hatta ulaştırırken yeni bilgi menzilleri sunarak bilgisizliğimizi yüzümüze defalarca vurduğunu bir kez daha anladım…
Bilgi yolu çile yoludur ve epeyce uzun bir yoldur. Eğitim-öğretim yıllarımızla asla sınırlandırılamayacak kadar upuzun bir yoldur. Bunun içindir ki Peygamberimiz (sav) “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz!” buyurmuştur. Aslında bir tür “son nefese kadar hakikati arayın!” talimatıdır bu…
Hakikat arayışının ne tür sancılara sebebiyet verdiğini ilgilileri bilirler. Her atlatılan sancıdan sonra daha büyük sancılara gebe olunacağını da…
Daha ilköğretim sıralarında okurken sınıflarımızda ya da okullarımızda “kitap en iyi dosttur” sözü asılı olurdu. O zaman için çok anlam ifade etmeyen bu sözü en iyi gurbette anladım. Dostların olmadığı ya da zamanla nadiren kazanıldığı ortamlarda kitaplar iyi dostlardandır. Ama her dost gibi kitap da “acı söyler” ve hatta bir miktar acımasızdır; uyarır, sarsar, şok eder…
Düşünme bilginin sonucudur, bilmek ise okumanın. Okumanın diğer türleri sayılabilecek seyretme, gezme, bakma vb. eylemler değil kastım. Bizatihi kitap okumayı kastediyorum. Çünkü diğer okuma biçimlerine nazaran kitabı okumak daha en başından zahmetli bir yola girmek demektir. O yol parça parça bildirir, bildirdiği her bilgi zihnimizi açar ve zihin, açıldıkça da sıkıntıya girer. Sonuç itibariyle o sıkıntı/azap insanı insan yapan olgunluğa ulaştırır…
Bunun içindir ki çok okuyanların kafası daha karışıkmış gibi görünür. Çok okuyanların çok bilenlerin cevapları da kısa olmaz. Renkleri bir-iki renk değildir, onlarca renkle bakarlar meselelere. Farklı bakışaçıları bir taraftan zenginlik gibi görünse de her bir yaklaşıma uzun çileli yollarla varmışlardır…
Bilginin azap olduğunu bir ağabeyle paylaştığımda “Ancak alimler Allahtan hakkıyla korkar” (35/28) ayeti ile ilişkilendirdi. Alimlerin korkuya kapılmaları çok şey bilmeleri ile yakından ilgilidir. Bildikçe endişe artar, endişe ise araştırmayı tetikler. Alimleri en çok korkutan önemli diğer husus da “akıbet”in nasıl olacağı hususudur. Akıbetin nasıl olacağı endişesini, Peygamberimiz (sav) bile dualarında eksik etmemişlerdir…

Allah (cc) “emanet”i insanoğluna verir; “göklerin, yerin ve dağların kabul etmediği emanet”i. (33/72). Ayette de belirtildiği gibi “zalim ve cahil” sıfatlarıyla da yaratılmış biz insanlar, bilmenin sancılı yoluna revan olarak hakikat arayışımızı hayırlı bir akıbete dönüştürme gayreti içerisinde olmalıyız…


1 Mayıs 2015 Cuma

Şerefiyle Yaşamak


Eskiler yeni bir işe ya da göreve başlayana ‘Allah mahcup etmesin!’ derler. ‘Allah yüzünü kara çıkarmasın!’ sözü de bir başka ifade biçimi…
Hayat akıp giderken tarihin küçük bir kesitinde imtihanımızı vermekteyiz. ‘Tarihin sonu’ teorilerine rağmen, her dönemde ‘ahir zaman’ yorumlarına rağmen gaybı/geleceği bilemeden kendi gerçeklerimizle yüzleşmekteyiz
Ne kadar çabalasak da yapıp-ettiklerimizle bir şekilde yüzleşiyoruz, yüzleşme bazen yılları alıyor, bazen asırları…
12 Eylül darbesinden aklımda kalan az sayıdaki karelerden biri, darbenin olduğu gün ilçemizdeki medrese öğrencilerinin medrese önündeki kanaldan atlayarak izlerini kaybettirmeleriydi. Evimizin aranması, müftülükler üzerinden vaiz olan babama baskı yapılması gibi karelerle hayatımın farklı evrelerinde yüzleşmiş oldum…
O günün benim açımdan anlaşılması en zor olaylarından biri, neredeyse tüm Türkiye’nin ‘darbe anayasası’na ‘evet!’ demesine rağmen babamların ve çevresindeki bir kısım amcaların ısrarla ve bazı riskleri göze alarak ‘hayır!’ demeleri ve bunu savunmalarıydı. Çocuk aklımla (ağalar, beyler, şeyhler dahil) çoğunluğun razı olduğu bir duruma dışlanma pahasına karşı çıkmayı anlamaya çalışıyordum…
Tarihin akışı içerisinde gün geldi 12 Eylül Anayasası’na %90 evet yerine %90 hayır denir oldu. Geriye o günün şartlarında hayır diyenlerin ödediği bedeller kaldı…
Aslında bu istatistiksel evrilmenin ötesinde zaman, kişisel tarihimizle yüzleşmemize imkan verdi. O gün farklı saiklerle darbeci bir anlayışa evet diyenler hiç olmazsa kendi iç hesaplaşmalarında utanılacak bir iş yapmış oldular. Utanılmayacak, aksine şeref duyulacak davranışı sergileyenler ise sadece kendilerine değil evlatlarına da onurlu bir tarih bırakmış oldular…
Çok sık kullandığımız ‘çocuklarımıza temiz bir gelecek bırakma’ ifadesi aslında her anne babanın arzuladığı bir yaklaşımdır. Maalesef hayatın kısa vadeli gaileleri, ebeveynin uzun boylu gelecek tasavvurunu engellemektedir…
Oysa her ne olursa olsun ‘tertemiz gelecek’ fikrinden uzaklaşmamalı. Ki gün gelip çocuklarımızın (yani geleceğimizin) yakasına onur kırıcı geçmiş asmayalım…
Nice olaylar var ki yaşandığı dönemde çoğunluk tarafından normal görüldüğü halde az sayıda cesur insan tarafından hakikati dile getirilmiş ve bunun için bedeller ödenmiştir. Türkiye’nin darbeler dönemi bunun en iyi örnekleriyle doludur…
28 Şubat davasına ‘müdahil olmak’ duruşmaya gittiğimde YAŞ kararları ile ordudan atılan subaylarla tanıştık. Her birinin hikayesi birer film hüviyetinde. Subayların yaşadıklarını öğrenince şuna kanaat getirdim; bir olayın üzerinden onlarca yıl geçtiğinde geriye tüm o zorluklara rağmen şerefle mi yaşandı yoksa küçük/geçici hesaplarla şeref kaybedildi mi sorusunun cevabı kalıyor. Yitirilen değerler de savunulan değerler de sonraki neslin boynunda asılı duruyor. Yüzleşmemiz gereken husus, hiç kimsenin utanılacak bir gelecek bırakmaya hakkı olmadığı gerçeğidir…
Şerefli bir gelecek oluşturmanın yolu şerefli bir geçmişe sahip olmaktan geçer. O şerefi muhafaza etmek için çoğunluk tabusu ile değil adaletin terazisi ile bakmak gerekir. Lehimize de olsa, aleyhimize de olsa; ‘kızımız Fatıma’ da olsa düşmanımız da olsa adaletle hükmetmeliyiz ki çocuklarımıza şerefli bir gelecek bırakmış olabilelim. Aksi durum ya utanılacak ya da yüzsüzlüğe vurulacak bir durumdur…
Sırf başörtüsüz fotoğraf vermedi diye öğretmenlik yapamayanlar belki 15 yıllık meslek kaybına uğradılar ama çocuklarına, boyunlarını bükecekleri bir tarih bırakmadılar…
Herkesin savaş çığırtkanlığı yaptığı dönemlerde sulha çağıranların sedasına izin verilmedi ama tarih öyle bir mizan ki ölümlere sebebiyet verenlerle ölümleri bitirmeye çalışanların hakkını ayrı ayrı teslim eder…
Bugünü yaşarken aslında yarını da yaşıyoruz. Bugün yaptıklarımız yarın şeref madalyamız ya da utanç kaynağımız olacak. Bugün durduğumuz yer yarın iyisiyle kötüsüyle tapumuz olacak, kaydımızı düşecek. Ne kadar PR yaparsak yapalım gün gelecek geçmişimiz karşımıza çıkacak. Biz hesabını vermesek de evlatlarımız acısını çekecek. Biz meyvesini yemesek de çocuklarımız yiyecek…
Son tahlilde musalla taşına geldiğimizde nerede durduğumuz, nasıl durduğumuz, hak ve hakikate ilişkin tercihlerimizle uğurlanacağız. Yüzümüz ya kara olacak ya da ak.

“ Onlar sanıyorlar ki, biz sussak tarih susmayacak, tarih sussa Hakikat susmayacak. Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak. Halbuki bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar, vicdan azabından kurtulsalar tarihin azabından kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar, Allah’ın gazabından kurtulamayacaklar.”

(Bu yazı 01.05.2015 tarihinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)

23 Nisan 2015 Perşembe

Emin ve Emanet

“Kutlu Doğum” günlerindeyiz…
Bir taraftan “üç aylar”a girmenin telaşındayız, bir taraftan Regaip Kandili’nin çatkapı gelmesinin şaşkınlığında…
Kutlu Doğum’un menşei tartışmasına girmeden Peygamberimiz Hz.Muhammet (sav)’i yadetmeye vesile olarak değerlendirip ibadetimize, zikrimize, tefekkürümüze katkısına odaklanabilecekken, anlamsız kutlama ritüelleriyle meşgulüz;
Kur’an görünümlü pastalar, garip doğum günü kıyafetleri, bol eğlenceli şenlikler…
Haklı olarak “Fe eyne tezhebûn?” mesajı bir tokat gibi yüzümüzde patlıyor…
ÖNDER (İmam Hatip Mezunları ve Mensupları Derneği) Kutlu Doğum için her yıl bir tema belirliyor. Tema belirlenirken uzun uzun üzerinde çalışılıyor, müzakereler yapılıyor. Her yıl, geçici olmayan ve dolayısıyla güncel meselelerimize de tekabül eden, eksikliğini hissettiğimiz bir kavram ön plana çıkarılıyor…
ÖNDER’in bu yıl Kutlu Doğum için belirlediği tema; “el-Emin”
Aynı şekilde Diyanet İşleri Başkanlığı da her yıl Kutlu Doğum ile ilgili bir tema belirliyor. Bu yıl ki tema “emanet”
ÖNDER 2013’te “edeb”, 2014’te ise “kardeşlik” temasını çalışmış, ağırlıklı olarak İstanbul olmak üzere tüm Türkiye’de bu başlıklar etrafında konferanslar, seminerler düzenlemişti…
Özellikle geçen yıl işlenen “kardeşlik” teması birkaç açıdan anlamlıydı;
Mısır’da yıllardır devam eden zalim yönetim devrilmiş, yerine meşru bir iktidar gelmiş ama hem yerel hem uluslararası zalimler bu yönetime tahammül etmemiş ve kanlı bir şekilde yönetimi yeniden gasp etmişlerdi. Mısır’daki kardeşlerimizin acısını paylaşmak ve onlara destek olmak için kardeşlik vurgusu önemliydi…
Ayrıca eşzamanlı olarak yanı başımızda Ortadoğu’da Müslümanlar anlamsız bir şekilde mezhep, meşrep, etnisite üzerinden ayrışmakta ve yer yer birbirlerini katletmekteydiler. Bu çatışmanın taraflarından birini desteklemek daha fazla kanın akması dışında pek bir işe yaramıyordu. Türkiye’de de ihtilafların acımasızlaştığı bir dönemde yapılabilecek en güzel davet “kardeşlik”ti…
Kardeşlik teması Kutlu Doğum programları vesilesiyle çok güzel bir hat çalışmasıyla, Mısır’daki direnişin sembol kelimesi RABİA’yı da içerecek ortak bir sembole dönüştürüldü ve en evrensel mesajla bütünleşti;
“Mü’minler Ancak Kardeştir!”
Pasta, börek, çörek tartışmalarının gırla gittiği bu yılki Kutlu Doğum’da ÖNDER’in belirlediği el-Emin teması ile Diyanet’in belirlediği “Emanet” temaları çok anlamlı biçimde birbirini tamamlıyor…
Diyanet’in bu temada kullandığı slogan birkaç kelimede çok şeyi özetliyor;
“Dünya bize, biz birbirimize emanetiz!”
Peygamberimiz (sav)’in getirdiği mesajın kabulünde, kutsi etkisi yanında O’nun (sav) güvenilirliği de çok etkili oldu. Gayr-ı Müslimlerin ve müşriklerin kendilerinden olan birine değil de Hz. Muhammet (sav)’e emanetlerini teslim etmeleri, aralarındaki anlaşmazlıklarda “O emin biridir” diye sulh için O’nu (sav) çağırmaları… gibi onlarca örnek hepimizin malumudur…
Kanaatimce el-Emin oluşun zirve örneklerinden biri de Hz. Ebubekir (ra)’in “O (sav) söylüyorsa doğru söylüyordur!” deyip sorgusuz-sualsiz teslim oluşudur…
Hasan El-Benna, davetçinin “anlatmadan önce yaşama”sını tavsiye eder. Eskilerimiz buna “kâl ehli değil hâl ehli olmak” demişler. “Çoban” vasıflı bir Peygamber (sav)’in bütün bir tarihi silbaştan yazan etkisinin özüne baktığımızda “emin olmak ve emanete sadık olmak” özelliğinin en büyük mesaj olduğunu görürüz. Göklerden verilen emanete sadık olmak yanında insanların verdiği emanete de sadık olmak. Kişisel meselelerde emin olmak kadar sosyal meselelerde de emin olmak. İbadetlerinde olduğu kadar ahlakında da, siyasetinde de, ticaretinde de emin olmak…
İman, emin, emanet kavramlarının hepsi aynı kökten gelir. Hepsi bize aynı şeyi söyler ve adeta şu mesajı verirler;
Emin olmadan mü’min olunmaz…
Emanete sahip çıkmadan emin olunmaz...
Büyük laflarla, kocaman sloganlarla değil, yapıp-ettiklerimizle “el-emin” olunur…
Parçacı yaklaşımlarla değil, hayatın tüm alanlarında maddi-manevi her türlü emanete sahip çıkmakla “el-emin” olunur...
Bugünlerde Müslümanlık hassasiyeti taşıyan bireyler/guruplar olarak eminliğimizin zedelendiği gerçeğini bilerek “iman ile ilişkimiz”i yeniden gözden geçirmeliyiz…
Üç aylar’ın gelişini de fırsat bilerek sosyal ilişkilerimizde, ekonomik faaliyetlerimizde, siyasi hamlelerimizde, ailevi/kişisel meselelerimizde ne kadar emin olduğumuzun silbaştan muhasebesini yapmalıyız…

El-emin kişiler/guruplar olabilmek için, maddi-manevi bize teslim edilen her türlü emanete “kâl ile değil hâl ile” sahip çıkmalıyız…

21 Nisan 2015 Salı

çatladıkapı





















sere serpe uzanmıştı
insanlık yanıbaşından geçti
kara lastik darbesi olmazdı
acımasızdı

ille de yürümek istemişti
tarihin kalbine yöneldi
caminin küçüğü büyüğü olmazdı
hüzünlüydü

kitaba teslim olmuştu
we amilüssalihati deyince durdu
secdeye değmeden olmazdı
titriyordu

her adımı uzamıştı
rüzgar göğsünde alevlendi
türbede çığlık olmazdı
kükrüyordu

denize kapı açmıştı
aniden dosta yöneldi
aşkı çöpe atmak olmazdı
çatlıyordu



Çatladıkapı/21.04.2015

14 Nisan 2015 Salı

kalender











güneş parlamıştı
yağmur ikindide düştü
vustaydı
içini aydınlattı
fren aniden patladı
oysa parktı niyeti
geri vitesi sevmedi
indeydi
dehlizin rutubetini kokladı
kalem nankördü
kağıt haindi
kulis karanlıktı
güneşi boğdu
kriter falan tanımadı
temayül mü
teamül mü
karıştırmadı
bir o kadar umursamadı
ikindi yağmuruna dönmedi
asırlarca düşündü
yüreği dinlenecekti
ki
kabus çöktü
bir feryat duydu
her anı titredi
rüzgar titredi
yağmur coştu
esmer kız feryat etti
yüreğine kocaman ateş düştü
kalenderce duruştu onunki
erkekçeydi
yiğitçeydi

31 Mart 2015 Salı

Uzun Uzun Namaz!

Varoluşumuzu değerlendirirken doğduğumuz coğrafyayı da hesaba katmak gerekir. Biraz daha geriye gidip varolduğumuz coğrafyanın hangi tarihi olayların seyriyle günümüze geldiğini de hesaba katmalı. Nitekim uzak ve yakın tarihimizde yaşadıklarımız kişisel hikayemizi de şekillendirmekte.
Yıllar sonra küçüklüğüme namaz odaklı dönüp baktığımda, Şeyh Said hadisesinin önemli izlerini farkediyorum. Hadise'nin en fazla etkilediği üç şehirden ikisi olan Elazığ-Bingöl hattında geçti çocukluğum.
Alim bir babanın oğlu olarak gözümü doğal olarak namazda açtım. Medresede ve zikir meclisinde emeklediğim için ilk namazımı tam olarak hatırlayamıyorum ama namaz adına hatırladığım en muhteşem tablo Qubeysî dağında yaşadıklarımızdı.
Birkaç ay önce doksan küsür yaşında vefat eden bölgemizin büyük alimi Molla Bahri öncülüğünde talebeleri, müridleri, sevenleri ve tabi biz çocuklarla beraber her yıl muhteşem bir çıkartma yapardık Qubeysî Dağı'na. Qubeysî'nin bir sahabe olduğu, Bizans'a karşı çarpışa çarpışa dağın doruğuna çıktığı ve orada şehit edildiği anlatılırdı.
Qubeysi dağına zikirlerle, tekbirlerle, tahlillerle tırmanılırdı. Tırmanma esnasında çoğu zaman tek katır bulunur ve sırtında sarıklı haliyle ve tüm heybetiyle Molla Bahri bulunurdu.
Zirveye varıldığında cemaatle kılınan namazın zihnimde ve gönlümde iz bırakan en muhteşem karesi, Molla Bahri'nin Diyarbakır'a doğru bakan uçsuz bucaksız uçurumlara ve dağlara yönelirken kıldırdığı uzun uzun namazlardı. Kıyamlar bacaklarımızı zorlardı ama sabırla dururduk, dimdik dururduk, uzaklara dalarak küçük yaşımıza rağmen namazdan keyif alırdık. Uzun uzun secdelerde anlımız zorlanırdı belki, kan akışımızı bozardık ama o bekleyişlerle aynı zamanda rüştümüzü ispat ederdik. Bizler de büyüktük artık; yüce dağlarda koca koca amcalarla, muhteşem alimlerle, herdem tebessüm eden sufilerle hemhal oluyor, onların kıldığı kadar uzun namaz kılıyor, onlar kadar zikrediyorduk.
Sultan Qubeysi'nin çok önemli bir gizemi vardı, namaz ille de belli bir yerde kılınırdı; seccade büyüklüğünde mermerimsi taşlardan yapılma etrafı yine taşlarla çevrili yüksek mekanda. Taşların üzerine seccade ve battaniye serilmezdi, çıplak ayaklarımız uyuşurdu ama uzun uzun durmalar terkedilmez, diz çökme pozisyonundan dahi vazgeçilmezdi.
Bu doğal mescidin hikmetini zamanla öğrenecektik. Şeyh Said'i öğrenince Şeyh Şerif'i tanıdık, Şeyh'in sağ kolu, Şeyhle beraber idam edilenlerden. Şeyh Şerif bir süre bu zirvede yaşar, mescidin altındaki küçücük mağarada. Şeyh Şerif'in hemen mağara üzerindeki alanda namaz kıldığı anlatılır.
Bu gizem o alana muhteşem bir anlam katar. Namazın eğilmek ve kalkmaktan ibaret olmadığını, bir duruş olduğunu, asırlardır devamedegelen ve kıyamete kadar devam edecek olan bir duruş olduğunu hissettirir. Zalimlere karşı dimdik olmayı doğuran bir duruş, mazlumlara hemhal olmayı gerektiren bir duruş. Medreseyle tekkeyi, ilimle irfanı, alimle şeyhi biraraya getiren bir duruş.
Bu öyle bir duruş ki kırkımıza vardığımızda da bizi muhafaza ediyor, yetmişimize vardığımızda da bizi muhafaza edecek ve dimdik ayakta tutacak.
Molla Bahri vefat etmeden önceki görüşmelerimizde de aklımızda kalan en önemli karelerden biri yine uzun uzun ve kıyamda kıldırdığı namazlar oldu. Doksanlı yaşına rağmen her ziyaretimizde sehpasında kitap vardı ve namazı mutlaka ayakta kılardı, uzun uzun secdelerle kılardı.
Gözümü namazda açtım, daracık evimizde belki de beşiğimizin hemen yanında uzun uzun namazlar kılındı. Beşikten mezara kadar devam edilmesi gereken bu duruşu sonraki kuşaklara aktarabilirsek ne mutlu bize…

(Bu yazı Mart 2015'te Ensar Neşriyat'ın bastırdığı "Huzura Doğru 5 Büyük Adım" adlı kitapta yayınlanmıştır.)

20 Mart 2015 Cuma

İmam Hatip Okullarının Geleceği

Birkaç haftasonu ÖNDER (İmam Hatip Okulları Mezunları ve Mensupları Derneği) programları dolayısıyla Anadolu’da muhtelif bölgelerde çalışmalara katıldım.
ÖNDER, Türkiye genelinde 300’ü aşan mezun derneklerinin çatı kuruluşu hüviyeti ile İmam Hatip odaklı faaliyet yapan bir sivil toplum kuruluşudur. Dernekler arasındaki koordinasyonu sağlıklı yürütmek için Türkiye’yi 21 bölge koordinatörlüğü şeklinde ele alıp yılda bir defa kapsamlı bir şekilde her bir bölgede yerinde detaylı istişareler yürütmektedir.
4+4+4 eğitim sistemiyle birlikte İmam Hatip okullarına ciddi bir yönelme olmuş, 28 Şubat’tan bu yana kısıtlanan bu alan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da (ki kendisi de İHL mezunudur) gayretleri ile bir miktar pozitif ayrımcılığa tabi tutulmuştur.
Sanılanın aksine İmam Hatip okullarında abartılı bir sayıya ulaşılmış değildir. İmam Hatip öğrencilerinin Türkiye’deki tüm öğrencilere oranı daha yeni yeni 28 Şubat’taki oran olan %10’lara ulaşmıştır.
Geçen hafta Antalya ve Konya bölgelerinde yaptığımız koordinasyon toplantılarında dernek yöneticilerinden biri yaşanan olumlu gelişmelerle beraber önemli bir endişesini de paylaşmıştı; “İmam Hatiplerin sayısı artıyor ama korkarım ki Türkiye’de cami sayısının artması ama içinde cemaatinin az olması gibi bir tehlike ile karşı karşıyayız…”
Bu önemli tespitle örtüşecek şekilde Konya Milletvekili Prof. Dr.Cem Zorlu da önemli özeleştiriler yapmış; eğitim, aile, kültür gibi alanlarda performansımızın yetersizliğinden bahsetmişti.
Bu zaafiyetin telafisi için, gençlerimize mutlaka kazandırmamız gereken hasletin “diğergâmlık” olduğunu, bunun yaşanarak anlatılacağını, diğergamlığın diğer tüm eğitim/öğretim süreçlerinin esası olması gerektiğini vurgulamıştı.
İmam Hatiplerin ortaya çıkışı, ihtiyacın belirleyici olması yanında “tek partili yıllar”ı nisbeten yumuşatma niyeti de taşımıştır. Aslında baskılanmış bir ihtiyacın, günü geldiğinde kendine mecra bulmasının diğer adıdır İmam Hatip okullarının çıkışı.
Zaman zaman Devlet imkanlarıyla desteklense de çoğu zaman milletin kendi fedakarlıklarıyla binaları yapılmış, hatta özellikle darbe dönemlerinde ciddi haksızlıklara maruz kalmıştır.
Tüm olumsuzluklara rağmen milletin bu okullara sahip çıkmasındaki önemli bir etken de bu çizginin “mutedil” olmasıdır.
İslam dünyasının farklı coğrafyalarında farklı ekoller din eğitimi merkezi rolü üstlenmiş ama acıdır ki Mısır’daki Ezher dahil “ifrat ve tefrit” dengesinde başarılı olamamışlardır.
Tüm eksiklerine rağmen İmam Hatip okulları hâlihazırda İslam Dünyasındaki en önemli model olarak şanslı yerini muhafaza etmektedir. Özellikle son dönemde Ortadoğu ve Afrika’daki anlamsız çatışmalara bakınca ve bu çatışmaların çoğu zaman dini bilgi ile örtüştürülme çabasını gördükçe İmam Hatip modelinin daha makul bir model olduğuna inancım artıyor.
28 Şubat’tan bu yana 15 yıllık kaybı nicel olarak hızlı telafi edebilsek de niteliğini aynı hızda telafi etme şansı maalesef bulunmamaktadır. Bunun içindir ki ÖNDER 2015 yılını İmam Hatiplerde nitelik yılı olarak değerlendirmiş ve bunu tüm Anadolu’da şehir şehir yaygınlaştırmak için çaba sarf etmektedir.
Kocaeli, Konya, Antalya gibi illerde katıldığım koordinasyon toplantılarında; geçmişle kıyaslanmayacak derecede fiziki imkanlara sahip olmaya başlayan İmam Hatip Okullarında niteliğin arttırılmasının en önemli muharrik gücü olarak STK’lar görülmektedir.
Bunun yanında eğitimin önemli 3 sacayağı olan öğretmen, öğrenci ve velinin süreçlere gönüllü olarak katılımlarının sağlanması önemli bir gündem olarak ele alınmaktadır. Bunun için de kamu görevlilerinin amir-memur ilişkisi yerine STK’ların gönüllülük ilişkisi daha etkili olmaktadır.
Acı olan şu ki 20yy’dan farklı bir evreyi yaşıyoruz; Devlet okul yapıyor ama STK’lar derslikleri dolduramıyor. Devlet çalışmanın önündeki engelleri kaldırıyor ve hatta maddi destek veriyor, STK’lar Devlet’i bile takip etmekte zorlanıyor. Kaldı ki ideal olarak, STK’yı Devlet’in önündeki gönüllülük esaslı kuruluşlar olarak yorumluyoruz.
İslam Dünyasının mutedil eğitim/öğretim modeline ihtiyacı var. Kanaatimce İmam Hatip modeli en iyi model olma potansiyelini içinde barındırmaktadır. Tüm bu karmaşanın belki de en önemli çözümü, İmam Hatip modelinin uluslararası modele dönüştürülmesidir…

(Bu yazı 20.03.2015 tarihinde www.haber10.com sitesinde yayımlanmıştır)

27 Şubat 2015 Cuma

Erbakan’ı Yeniden Anlamak

“Hoca kırk yılı aşkın mücadelesinde fiziksel ve fikirsel anlamda yalnızlığıyla imtihan olurken biz de tarihe yön veren bir mücadele adamına hakkını teslim edip etmemekle imtihan oluyoruz…”
Vefatından tam 10 gün önce Moskova’da rötar yapmış uçağı beklerken Erbakan Hoca aklıma gelmiş ve “Erbakan’ı Doğru Anlamak” başlıklı bir yazı yazmıştım. Yukarıda bir cümlesini aldığım o yazı Milli Gazete’de de alıntılanmıştı…
Hoca imtihanını vermiş olarak 10 gün sonra aramızdan ayrıldı. Biz ise imtihanımızı vermeye devam ediyoruz. Hani hep derler ya büyük insanlar çok sonraları anlaşılır diye, kanaatimce en “Hocacı” kesilenlerimizin bile onu bihakkın anladığını söylemek güç. Galiba Hoca’yı, yitirdikten sonra daha iyi anlar ve özler olduk…
Her geçen gün daha iyi anlaşılan kıymetli bir maden gibi uzaklaştı aramızdan. Yaşadığımız birçok problemde dönüp baktığımızda öngörülerinde ne kadar isabet ettiğini farkettik. Belki bugünleri kastederek şunları demişti;
“Şu söyleyeceklerime dikkat buyurun; tarih içerisinde, yaşadığımız şu kısa anların kıymetini belki bugün anlayamayabiliriz. Ama gün gelecek ne kadar mühim bir vazife ifa ettiğinizi, gelecek nesiller sizi anlatarak ortaya koyacaklardır…”
AGD Başkanı Salih Turhan “Davam” isimli kitabı hediye edince Erbakan Hoca’yı kendi anlatımından yeniden yaşama imkanım oldu. Bir çırpıda kitabı okudum. Vefatının sene-i devriyesine birkaç gün kala bu defa “Erbakan’ı Yeniden Anlamak” fikrinin önemli olduğuna kanaat getirdim…
Bu yazıda biraz daha detaylıca Erbakan Hoca’nın fikirleri üzerinde yoğunlaşmanın Hoca’yı tanımamış olan ya da yeniden tanımak isteyenler için faydalı olacağını düşünüyorum…
Öncelikle Erbakan Hoca’yı doğru anlamak için düşünce temellerine dikkatli bakmak gerekir. Hoca İslam’ı, hayatın temeli ve her şeyi kabul etmiş, İslam’ın hayatın bütün alanlarında uygulanması gereken bütüncül bir inanç sistemi sunduğunu savunmuş, yapılan her faaliyetin (ekonomik, siyasi, kültürel vb.) sadece Allah rızası için yapılması gerektiğine inanmıştır…
Hz. Adem’den bu yana temelde iki tür sistemin var olduğunu, bu iki sistemin sürekli mücadele ettiğini, birinin “hakkı” diğerinin ise “batılı” üstün kılmaya çalıştığını, Milli Görüş’ün ise “hakkı” esas aldığını ve dayanağının “Hak geldi batıl zail oldu” ayeti olduğunu işlemiştir…
“Nefsini tanıyan Rabbini tanır”dan hareket ederek hemen her konferansında; doğru ile yanlışı (ilim), faydalı ile zararlıyı (ekonomi), adalet ile zulmü (siyaset ve hukuk) ve güzel ile çirkini (ahlak ve sanat) kavramamız gerektiğine vurgu yapmıştır…
Hoca önemli bir bilim adamıdır. Tüm konuşmalarına ve verdiği konferanslara bakıldığında fizikten kimyaya, astronomiden matematiğe kadar bir çok alanda müktesebatının zenginliğini görmek mümkündür. Hoca’nın bilime yaklaşımı da yine din merkezlidir; ilahi olanın gözardı edilerek eşyayı, kainatı, insanı anlamanın mümkün olamayacağını, Kur’an-ı Kerim’i hakkıyla anlayanların bilimde daha sağlıklı ilerleyeceğini savunur. Modern bilimler olarak bildiğimiz birçok alanın asırlar öncesinde Müslüman bilginler tarafından temellerinin atıldığını detaylıca anlatır…
“Batıl”ı anlatırken uzun uzun “Darwin Teorisi”nden bahseder, materyalizmin Batı’yı ve son iki yüzyılda İslam dünyasını getirdiği durumu anlatır, bu yaklaşımları “Siyonizm”le ilişkilendirerek tarihi dayanaklarını, kuruluş felsefesini, yapıp ettiklerini detaylıca anlatarak sadece Müslümanlar için değil tüm insanlık için Siyonizm’in büyük tehlike olduğuna değinir. Siyonizm’i timsaha benzeterek “Timsahın üst çenesi Amerika ise alt çenesi AB’dir. Beyni Siyonizm, gövdesi ise işbirlikçilerdir…” Müslümanlar için en büyük tehlikelerden bir “Batı taklitçiliği”dir, bundan ve buna bağlı diğer etkenlerden kurtulmalıdır…
Erbakan Hoca’nın en çok üzerinde durduğu ve bence siyasal düşüncesinin de temelini oluşturan ana fikir “cihat”tır. 90’lı yıllarda katıldığımız özel derslerinde de 2000 sonrasındaki konferanslarında da cihat düşüncesini tafsilatlı olarak açıklar. Hak-batıl mücadelesinde hakkın galip gelmesinin yolunun cihat olduğunu söyler ve cihadı; “kendimizi ıslah edip olgunlaştırmak ve başka insanlara yararlı olmak için her türlü gayret etmek” olarak tarif eder. Bütün ibadetlerin bir vakitle sınırlandığını ama cihadın tüm zamanlarda yapılması gerektiğini, diğer ibadetlerin miktarının belli olduğunu ama cihadın “takatın sonuna kadar” olması gerektiğin söyler. Böylece Erbakan Hoca, siyasi, sosyal, kültürel ve hatta ekonomik faaliyetleri bile cihad düşüncesinin yansımaları olarak görür ve “cihad etmeyen insanın dünya imtihanını kazanmış sayılamayacağı” ifadesini kullanır…
İTÜ mezunu olan Hoca konferanslarında bile matematiksel formülasyonlara gider, örneğin 9 “İ”yi çok önemser ve birini diğerine karıştırmaksızın detaylıca anlatır; inanç, ihlas, ittika, ittifak, iyi ahlak, ihsan, istişare, itaat, istikamet. “irfan”ı da bir alt başlık olarak ele alır ve “sadakat”ı da daha sonra ekler. Ona göre sadakat; “zoru görünce kaçmamak, cazip makam ve menfaatlere kanmamaktır…”
Yine teknik kabiliyeti ile “üç çivi”den bahseder ve bu üç temele her halükarda sahip olunması gerektiğini belirtir; İslamsız saadetin olamayacağını belirten “İslam çivisi”, şuursuz Müslüman olamayacağını belirten “şuur çivisi” ve cihatsız İslam’ın olamayacağını belirten “cihat çivisi”. Özellikle “cihat çivisi” Erbakan Hoca’nın teşkilatçılığının da zeminini oluşturur. Ona göre cihat “emri bil maruf ve nahyi anil munker” yapmaktır ve bunun yolu da “teşkilatlı ve organize bir şekilde çalışmak”tan geçer. “Teşkilat, vücuttaki sinir gibidir; 70gramlık sinir düzenli yapısıyla 70kg’lık vücudu ayakta tutabilmektedir.” Hoca’nın teşkilatçılığı da matematiksel yaptığını, istatistik ilmine çok önem verdiğini, her bir eve ve kişiye ulaşmak gerektiğini, bunun için ilmek ilmek dokurcasına neler yapıldığını ve yapılması gerektiğini 90’lı yıllara şahit olanlar bilirler. Hatta denebilir ki Milli Görüş hareketi Türkiye siyasi tarihine damga vurmuşsa ve hatta damga vurmanın ötesinde değiştirip dönüştürmüşse bunda Hoca’nın inancı, azmi kadar teşkilatçılıktaki detaycılığının da etkisi vardır. Üniversite’de okuduğumuz ve gençlik teşkilatında görev aldığımız dönemde belli periyotlarla bizleri sınıf temsilcilerine kadar sorgular, her gün kaç kişiye ulaşıldığına kadar istatistik tutmamızı isterdi…
Birçoğumuz, yapılması gereken işler vaktinde yapılmadığında Hoca’nın “İntaç! İntaç!” diye tatlı sert uyarısına şahit olmuşuzdur. Erbakan Hoca teşkilatçılığı şu sıralamayla formüle eder; inanç, bilgi, plan, program, kadro, takip ve intaç…
Erbakan Hoca, İslam dünyasının son 300 yılda hakimiyeti yitirdiğinden bahseder ve dönüm noktaları olarak I. ve II. Dünya savaşlarını görür, 1945’teki Yalta Limanı’nda biraraya gelen emperyalistlerin “yeni bir dünya” tasarladıklarına dikkat çeker, bunların arkaplanında “ırkçı Siyonizm”in çabaları olduğuna vurgu yapar, özellikle “soğuk savaş” döneminde ABD’nin dünyada “kominizm tehlikesi” propagandası ile sömürüsüne devam ettiğini, soğuk savaş bitince de “yeni tehlike olarak İslam”ı seçtiklerini ve bilinçli olarak düşmanlaştırıldığını anlatır…
Tüm bu oyunlara karşı Müslümanların bilinçli ve yekvücut olması gerektiğine ve “dünyanın anatomisi”ni bilmeleri gerektiğine vurgu yapar. Erbakan hoca için “Müslümanlar arasında sulh” çok önemlidir. Her ne sebeple olursa olsun Müslümanlar birbirlerinin kanını dökmemelidir çünkü bu durum “ırkçı Siyonizm”e hizmet etmiş olur. Irak işgali olmasın diye birkaç kez “barış diplomasisi” yaptığı, Saddam ile defalarca görüştüğü, tam işgal öncesinde 22 gün boyunca tarafları ikna turu ile uğraştığı bilinmektedir. Şahsen detayına şahit olduğum Şeyh Osman ile Talabani arasındaki savaşı ateşkes ile sonuçlandırma iradesi, Erbakan Hoca’nın Müslümanlar arasında vahdete ne denli önem verdiğinin somut örneğidir…
Mehmet Zahid Kotku Hazretlerinin Erbakan Hoca’nın şeyhi olduğu, mücadele azmini ondan aldığı bilinir. Görünen o ki manevi etkisi yanında Kotku Hazretleri, ekonomik ve siyasi uğraşlarda da Erbakan Hoca’yı teşvik etmiş, Gümüş Motor’un kurulması ve siyasete aktif girilmesi konularında tabir caizse kendisine “görev” vermiştir. Bu husus Erbakan Hoca’nın tasavvuf geleneğiyle olan ilişkisi açısından önemlidir…
Cumhuriyet’le beraber dindar insanlar bir taraftan dini yaşantılarıyla ilgili büyük zorluklar yaşarken diğer yandan hayatın birçok alanından dışlanmışlardır. “Tek parti dönemi”nin sona ermesiyle görece bazı rahatlamalar olmuşsa da 60 ihtilali ile yeniden sıkıntılar başlamıştır. Erbakan Hoca’nın Gümüş Motor projesi, ekonomik hayattan dışlanan dindarlar için bir nefes alma hamlesine dönüşürken aynı zamanda sıkça dile getirdiği “motajcı zihniyet”e de bir tür meydan okuma anlamı taşır. Çünkü Batı’ya ekonomik bağımlılığın aynı zamanda kültürel bağımlılık doğuracağına inanmaktadır…
Erbakan Hoca ekonomi üzerinde çok detaylı durur; kapitalist ekonomik sistemin azınlık bir gurubu güçlendirdiğini, kominist ekonomik sistemin ise devleti güçlendirdiğini uzunca anlattıktan sonra çözümün “Adil Düzen”de olduğunu söyler. Ona göre adil düzen çok yönlü bir yaklaşımın aynı zamanda ekonomik versiyonudur. Buna göre Adil Düzen’de; materyalizm değil maneviyatçılık, çatışma değil diyalog, çifte standart değil adalet, üstünlük değil eşitlik, sömürü değil işbirliği esas alınır. İşin özü “hakça paylaşım”dır…
Hoca’nın zirve projesi hangisiydi diye soracak olursak muhtemelen “D8” diyeceğiz. İktidarı döneminde “havuz sistemi” ile ekonomiyi toparlar toparlamaz İslam dünyasındaki sorunlara çözüm bulmak niyetiyle farklı bölgelerden en büyük nüfusa ve hinterlanda sahip 8 ülkeyi bir araya getirerek G8’e alternatif sayılabilecek altyapıda bir kurumlaşmaya gitmeye çalışmıştır. Bugün İslam dünyasındaki çatışmaları görünce D8’in akamete uğratılmasının ne büyük bir sıkıntı olduğunu daha net müşahede ediyoruz. Hoca’ya göre D8 projesi “İslam Birliği” hedefinin en önemli adımıydı ve buna kesin olarak inanmıştı;
“İnançla bir kez daha söylüyorum; İslam Birliği muhakkak kurulacak! Hiç başka yolu yok! Biz bunu bu gün söylüyor ve ilan ediyoruz. İçimizde bu gerçeğe ters düşenler, yarın İslam Birliği kurulduğunda mahcup olacaklardır…”
“Kıbrıs Barış Harekatı” Erbakan Hoca’nın sıkça gündeme getirdiği önemli bir hamledir. Doğrusu o dönemlerde çok dillendirilmesi bende de abartıldığı izlenimi oluştururdu. Ama tarih okumalarıyla beraber meseleye baktığımızda Osmanlı’nın toprak kaybetmeye başladığı Karlofça Antlaşması’ndan bu yana kazanılan en stratejik zafer olarak değerlendirilebilir. Bugünlerde Süleyman Şah türbesi tartışmalarını da göz önünde bulundurduğumuzda 1974 yılındaki harekat, harekatta Hoca’nın ısrarı, Peygamberimiz (sav)’in halası Ümmü Haram’ın medfun edildiği yere kadar kararlıca ulaşılması tarihe kaydedilmeyi ziyadesiyle hak ediyor. Hoca’ya göre Kıbrıs Harekatı “denizde, havada ve karada yapılmış kombine bir savaştır…”
“Bir iş başarmak için önce o işin delisi olmak lazım” diyen Erbakan Hoca benim de katıldığım özel eğitim toplantılarında inanç ve azim vurgusu yapar ve meşhur ifadesiyle “İman, tekeden bile süt çıkartır” derdi. Hoca’nın defterinde “vazgeçmek” yoktu; Odalar Birliği’nden kovulunca Milletvekili olur, patisi kapatılınca yeni parti kurar, yasaklı olsa farklı çözümlerle çalışmalarına devam ederdi…
28 Şubat’ta “neden masaya yumruk vurmadı?” gibi günübirlik ve tepkisel yaklaşımlara rağmen sabırla yoluna devam etti, “Bu yapılanın tarihte küçük bir noktadan fazla kıymeti yoktur…” diyerek yeni parti kurdurdu, mücadelesine kaldığı yerden devam etti. Zaman yine onu haklı çıkardı ve “masaya yumruk vurma”nın bedelinin toplumsal olarak ne kadar ağır olabileceği birçok İslam ülkesinde acı bir tablo olarak yaşandı. Ki Hoca, atlattığı tüm badirelere rağmen bugün Müslümanlar arasında daha çok ihtiyaç duyduğumuz şu yaklaşımı ortaya koyuyor;
 “Herşeye rağmen bizim kimseyle kan davamız yoktur. Bir çok Müslüman ülke işgal edilmiş, görülmemiş zulümler işlenmiş ve bütün dünya kontrol altına alınmaya çalışılmış. Buna rağmen bizim hiç kimseyle intikam hesabımız yoktur. Bizim sadece bütün insanlığa saadet getirme hesabımız vardır…” Bugünlerde özellikle Müslümanlar arasında bu yaklaşıma ne de çok ihtiyacımız var…
Hoca’ya göre Milli Görüş, dayanağı İslam olan ve insanlığın huzur bulacağı bir görüştür. Bu sebeptendir ki Milli Görüş’ü Hz Adem’den başlatır, Alparslan’dan, Fatih’ten, Selahattin’den Çanakkale’ye, oradan da günümüze getirir. Milli görüşün 5 temeli olduğunu belirtir; barış ve kardeşlik, hak ve özgürlükler, adalet, refah ve saygınlık. Ona göre Milli Görüş, “… mevcut herhangi bir düşünce veya hareketin reaksiyonu değildir. Doğrudan doğruya ilim ve fikir aksiyonu olarak ortaya çıkmıştır.”
Erbakan Hoca Kürt meselesi ile ilgili yaptığı hamleler sebebiyle önemli bedeller ödemiştir. Özellikle 90’lı yıllardan itibaren “Kürt meselesi”ni açık ve net olarak ifade etmiş, bizim köyde haksız yere öldürülen iki genç dahil onlarca meseleyi TBMM’de soruşturma konusu yaptırmıştır. 28 Şubat sonrasında Refah Partisi’nin kapatılmasında en önemli gerekçelerden biri de meşhur Bingöl konuşmasıdır. Hoca farklı ortamlarda “Andımız”a karşı çıkmış, Türkler’in Kürtler’den daha üstün olmadığını, üstünlüğün “ancak takva ile” olabileceğini vurgulamıştır. Özellikle Kürtçe anadil tartışmaları ile ilgili söyledikleri bugün bile anlamlıdır;
“Irkçı, inkarcı ve materyalist politikalara sapıldığı için ülkemiz onlarca yıl bir felaketin içine sürüklendi. Dil meselesi bunun en bariz örneğidir. Efendim Türkçe mi konuşulacak, Kürtçe mi? İnsanların kendi anane ve örflerine göre yaşaması en tabii insan hakkıdır. Anadilini konuşur, ona göre çocuğuna öğretir. Bunları önlerseniz zalim olursunuz!”
Erbakan Hoca din eğitimine çok önem vermiş, dini dışlayan eğitim sisteminin “ırkçı emperyalizm”e hizmet edeceğini söylemiş, iktidarları döneminde Din Kültürü dersinin okullarda okutulması, İlahiyat fakültelerinin ve İmam Hatip okullarının yaygınlaştırılması, İmam Hatip mezunlarının üniversiteye girebilmesi için kanunlar çıkartmıştır. İmam Hatip okullarını o kadar önemsemiştir ki muhalifleri “arka bahçe” suçlamasına başvurmuşlar, 28 Şubat darbesini yaparken Hoca ile beraber İmam Hatip okullarını da bitirmeye çalışmışlardır...
Rivayete göre vefatına yakın Hoca’ya Arap Baharı sorulunca “Siyonizm kadro değiştiriyor…” demiş. Bu rivayetler o dönemde dolaşırken Arap Baharı ile heyecanlanan ben dahil çok kimse bu sözü anlamakta zorlanmıştık. Yazının başında da belirttiğimiz gibi Erbakan Hoca’nın kıymeti zamanla anlaşılıyor ve belki bizden sonraki nesil çok daha iyi anlayacak. Arap Baharı’nın estiği her yerin tar-u mar olması olayların göründüğü gibi olmadığını, özellikle bizi birbirimizle meşgul eden her işe kuşku ile bakmak gerektiğini gösteriyor. Hoca’nın sıkça tekrarladığı “Küfür tek millettir!” inancı, “dünya anatomisi”ni çok iyi kavramamız gerektiğini bir kez daha acı bir tablo olarak önümüze koyuyor…
Hasan el-Benna’nın nasihatlerine benzer şekilde Hoca’nın adeta düşüncesini özetleyen şu paragrafla bitirelim;
“Bizim davamız İslam’dır. Gayemiz Allah’ın rızasını kazanmaktır. Hedefimiz hak nizamı hakim kılmaktır. Arzumuz tüm insanlığın saadetidir. Yolumuz cihattır. Yöntemimiz iknadır. İnsanlığın kurtuluşu ancak İslam ile mümkün olabilir. İslam ise Allah yapısıdır. Dolayısıyla mükemmeldir, eksiklik ve fazlalık kabul etmez. Bu dava için çalışmak herkese nasip olmaz…”
“Ben bu mücadeleyi ikbal, makam, şöhret veya seçimlerde bana oy versinler diye yapmadım.

Ne yaptıysam Allah rızası için yaptım.”

(Bu yazı 27.02.2015 tarihinde Gerçek Hayat dergisinde yayımlanmıştır)